Devrim tarihimizde 3 Mart 1924 Yasalarının yeri ve önemi
Türkiye’nin toplumsal gündemi 31 Mart 2024 yerel seçimlerine kilitlenmiş durumda. Şunun şurasında seçim sandıklarının kurulması için 30 günlük bir süre kaldı. Toplum olarak seçimle yatıyor, seçimle kalkıyoruz. Seçimden başka bir konuyla ilgilenmiyoruz ama, tarihimizde meydana gelmiş olan çok önemli kırılma ve dönüm noktalarının ve tarihsel olayların yıldönümleri de işte, tam da bu sürece isabet ediyor. Bunların içlerinde öyle bazıları var ki, içinde bulunduğumuz ortam her ne olursa olsun tarihsel önemleri açısından bunların atlanması, unutulması ya da ötelenmesi söz konusu dahi edilemez. İşte böylesine önemli yıldönümlerinden bir tanesi de 3 Mart 1924 tarihinde yayımlanmış olan “Devrim Yasalarının” ilan edilişinin yıldönümüdür. Hele günümüzde, demokratik ve laik cumhuriyet karşıtı bazı çevrelerin İstanbul’un orta yerinde “tevhid bayrakları” açarak, “şeriat isteriz” diye yürüyüşler yapmak suretiyle demokratik ve laik cumhuriyete meydan okudukları bir ortamda 3 Mart 1924 Devrimini anma ve kutlama törenleri daha da büyük bir anlam ve önem kazanmıştır. Bilindiği gibi, 3 Mart 1924 tarihinde, “429 Sayılı Şer’iye ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletlerinin İlgasına Dair Kanun”, “430 Sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu” ve “431 Sayılı Hilafetin İlgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun” kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Bu yasaların her biri kendi alanlarında çok büyük ve çok köklü değişiklikler getiren ve çok önemli dönüşümler sağlayan yasalardır. Bu nitelikleri nedeniyle çok önemlidirler ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmeyi amaç edinen devrim yasaları arasındaki yerlerini almışlardır. Türkiye Cumhuriyeti devletine laik ve demokratik sosyal hukuk devleti niteliği kazandıran bu üç temel yasa ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin önemli üç devrim yasası kabul ve ilan edilmiştir. Bu yasalarla hilafet kurumu ve halifelik kaldırılmış ve o devirlerde dev bir örgütü olan Şer’ iye ve Evkaf Bakanlığı’nın varlığına son verilmiştir. Tevhidi Tedrisat kanunuyla eğitim ve öğretimde birlik sağlanmıştır. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırıldıktan ve Cumhuriyet ilan edildikten sonra Osmanlı Devleti’nden geriye sadece ‘Hilafet Kurumu’ kalmıştı. Halifelik, padişah Yavuz Sultan Selim’in Suriye ve Mısır’ı ele geçirdiği 1517 yılında Osmanlı hanedanına geçmişti. Osmanlı döneminde babadan oğula kalıyor ve halk üzerinde bir baskı işlevi görüyordu. II. Abdülhamid’e gelinceye kadar Osmanlı padişahlarından hiç birisi “Halifelik” unvanını kullanmamıştı. Bu yıllarda işlerin kötüye gitmesi nedeniyle din unsuru ve halifelik, devleti kolaylıkla yönetebilmenin bir aracı olarak ön plana çıkartılmıştır. Birinci Dünya savaşında Osmanlı Padişahı Mehmet Reşat, Halife unvanıyla “Cihad-ı Mukaddes” ilan etmiştir. Ancak bunun hiçbir etkisi ve İslam alemini birleştirici bir rolü olmamıştır. Böylelikle halifeliğin İslam dünyasındaki işlevlerini yitirmiş olduğu anlaşılmıştır. Gerçekte halifelik gibi bir kurumun Kuran’da yeri olmadığı bilinmektedir. Bu nedenle böylesi dinsel bir makamın olması da söz konusu değildir. Çünkü İslam dininde tanrıyla kul arasında bir aracı bulunmamaktadır. Yani İslam inancında bir ruhbanlık sınıfı yoktur. Halifelik kurumu, Cumhuriyet döneminde devrim karşıtlarının ve saltanat yandaşlarının sığınabilecekleri bir merkez olma sakıncası taşımaktadır. Ve böylesi bir yönetsel birimin varlığı çağdaş devlet anlayışıyla çelişmektedir. Bu ve benzeri nedenlerle, çıkarılan yasayla halifenin görevine son verilmiş ve hilafet makamı kaldırılmıştır. Halife ve Osmanlı hanedanı kökeninden gelen tüm kişilerin ülke içinde oturması yasaklanmıştır. Bu kişiler Türk vatandaşlığından çıkarılarak ülke dışına gönderilmiştir. Hilafetin kaldırılmasıyla devlet yönetimindeki iki başlılık olasılığı da ortadan kaldırılmıştır. Böylelikle uluslaşma ve demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olma yolunda yapılacak olan tüm köklü değişimlerin önü açılmıştır. Çıkarılan ikinci yasayla “Şer’ iye ve Evkaf Bakanlığı” ve “Harbiye Bakanlığı” kaldırılmıştır. Bu bakanlıklarda din ve devlet işleri birlikte yürütülüyor, adalet ise şeriat mahkemelerince dağıtılıyordu. Maddi varlıkları inanılmaz derece büyümüş ve devasa boyutlara ulaşmış olan dinsel vakıflar ve ordu da yine aynı şekilde dinsel esaslara göre yönetiliyordu. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde ise toplumsal yaşamdaki düzenlemelerle ilgili yasama ve yürütme, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun oluşturduğu hükümetlere aitti. Çıkarılan yasayla din kurumlarının yönetimi için başkent Ankara’da, Başbakanlığa bağlı, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Başbakanın önerisi üzerine Cumhurbaşkanınca atanacak Diyanet İşleri Başkanı, ülke içindeki tüm cami ve mescitler ile buralarda çalışan imam, müftü ve diğer din adamlarını yönetecekti. Bunun yanı sıra vakıf işlerini ulusun gerçek yararına uygun olarak yürütmek üzere yine Başbakanlığa bağlı bir Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuştur.
Aynı yasayla Harbiye Bakanlığı da kaldırılmıştır. Yerine Cumhurbaşkanını temsil etmek üzere, ordunun barış döneminde yönetim ve komutası ile görevli, en yüksek askeri kurum olarak Genel Kurmay Başkanlığı kurulmuştur. Bu ikinci devrim yasasıyla da din ve ordunun siyaset dışı bırakılması sağlanmış ve laik devlet yolunda önemli bir adım daha atılmıştır. Devrimin üçüncü önemli yasası “Eğitim ve Öğretim Birliği Yasası”dır. Osmanlı döneminde eğitim kurumları çok karmaşık bir yapı gösteriyordu. Bir tarafta Amerikan Kolejleri, Alman ve Fransız Okulları gibi yabancı okulları, diğer tarafta ise Ermeni ve Rum okulları gibi azınlık okulları vardı. Ayrıca hem dinsel eğitim veren medrese gibi okullar hem de çağdaş eğitim veren kurumlar vardı. Okulların kimileri şahıslara kimileri ise vakıflara bağlıydı. Hatta belediyelere ait olan okullar bile vardı. Din eğitimi veren medreselerin yanında batılı anlamda eğitim veren sıbyan mektebi, rüştiye ve idadi gibi okullar vardı. Daha sonra bunlara Galatasaray gibi daha nitelikli eğitim veren Sultani’ler de eklenmiştir. Osmanlı döneminde okullar hiçbir zaman yeterli olmamıştır ve bu okullar çoğunlukla Balkanlarda Selanik ve Manastır gibi şehirlerde ve Marmara Bölgesinde ise İstanbul gibi şehirlerde yoğunlaşmıştır. En fazla Bursa’ya kadar uzanabilmiştir. Bu okulların yönetimleri ve uyguladıkları müfredat ta birbirinden farklı farklıydı. Bu nedenle bölgeler arasında çok büyük bir eğitim ve kültür farkı bulunuyordu. Eğitim düzeyi çok düşük ve verilen eğitim ise çok kalitesizdi. Bütün bu karmaşayı ortadan kaldırmak, yapılan ve yapılacak olan çağdaş cumhuriyet devrimlerini halka benimsetebilmek, ulusun düşünce ve duygu birliğini sağlayabilmek, eğitimde fırsat eşitliği yaratabilmek ve hepsinden önemlisi bölgeler arasındaki eğitim ve kültür farkını ortadan kaldırabilmek amacıyla ülkedeki tüm eğitim, bilim ve öğretim kurumları Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır. Bu devrim yasasıyla da çağdaşlaşma ve uygarlaşma amacı doğrultusunda laik eğitime geçilmiştir Anayasamızın 174. maddesiyle, başta Eğitim ve Öğretim Birliği Yasası olmak üzere, devrim yasalarının tümü koruma altına alınmıştır. Ancak bugün geldiğimiz noktada, demokratik ve laik sosyal hukuk devletinin temel taşları niteliğindeki bu yasalar tehdit altındadır. Ancak hiç kuşkunuz olmasın ki, ülkemizdeki Cumhuriyet devrimcileri, halkçı aydınlar, çağdaş yaşamdan vazgeçmesi ve uygar dünyadan kopması asla mümkün olmayan demokratik ve laik geniş halk kesimleri eninde sonunda demokratik ve laik cumhuriyete sahip çıkacaklardır. Ve tıpkı Cumhuriyet gibi devrim yasaları da Cumhuriyetle birlikte sonsuza kadar payidar kalacaktır. Cumhuriyet’in eşsiz eğitim, yönetim ve hukuk devrimlerinin temel taşlarını oluşturan ve Türkiye’nin çağdaş dünyanın onurlu bir üyesi olmasının önünü açan 3 Mart 1924 Devrim Yasalarının kabul edilmesinin 100’üncü yılı kutlu olsun.
MEÜ. E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL