Depremler, savaşlar, göçler… Yaşam, insana bazen en ağır sınavlarını sunar. Ancak bu sınavların içinde, bizi biz yapan hatıralar, direncimizi büyüten mücadeleler ve sevgiyi besleyen anılar saklıdır. Asrın büyük felaketini yaşayan Antakyalı Kadınlar için "12 Kadın" kitabında bir araya gelen yürekli kadınlar, kendi hayatlarının kesitlerini paylaşarak hafızalarımıza unutulmaz izler bırakıyor.
Bu anlamlı eserde, sevgili eşim Deniz Şehitoğlu da annesi Rodoslu Fatma’nın göçle, emekle, mücadeleyle yoğrulmuş hikayesini anlatıyor. Bir kadının emeğinin, azminin ve dostluğun gücünü gözler önüne seren bu yazı, sadece bir yaşam öyküsü değil; aynı zamanda kadın dayanışmasının, fedakarlığın ve sevginin en güzel örneklerinden biri.
Şimdi, sizi o güçlü kadının hikayesiyle baş başa bırakıyorum…
SEVGİ YÜREĞİ BESLER
Üç erkek kardeşin ikincisinin ardından doğan ortanca çocuk Rodoslu Hüsniye Hanım ve İbrahim Efendi’nin biricik kızları Fatma Henüz daha 6 yaşında. Herkeste bir telaş, o ise pek çok şeyin farkında bile değil. Artık Rodos’ta Türk azınlık olarak yaşamak çok zor, rahat değiller. İtalyanlar her yere hâkim. Oysa yüzlerce yıl olduğu gibi Osmanlı’nın, din, dil, ırk farkı gözetmeksizin tüm halkı adada kardeşçe yaşattığı, o huzurlu günlere geri dönmeyi hep beklediler. İbrahim Efendi artık kararlıydı, Anavatanları olan Türkiye Cumhuriyeti topraklarına gitmeye.
Yıl 1937,Rodos Konsolosunun desteği ile küçük bir vapura binerler. Hüsniye Hanım oğulları Fethi, Bekir, Kemal ve kızı Fatma’nın elinden tutup, güvertede gösterilen yerin bir kenarına yerleşir. Yol boyunca yanlarında olan Ethem Kaptan, İbrahim Efendiye doğru bakar; “Haydi bakalım, vira bismillah. Yolumuz açık, ömrümüz uzun olsun’’ der ve karşıda sisler içinde görünen Marmaris’e doğru yol alırlar. Sorumluluk büyük koskoca Akdeniz aşılacak ne de olsa. Fatma olanlardan habersiz; nereye ve niçin gidiyorlar? Orada ne yapacaklar? Kafasını çevirip annesine doğru göz ucuyla bakar. Hüsniye Hanım o güne kadar hiç sarılmadığı kadar sımsıkı sarmıştır evlatlarını. Kim bilir kafasında ne düşünceler var. Hele bir karşıya geçelim, gerisi kolay der gibi sanki Doğup büyüdükleri vatanım dedikleri Rodos’tan kaçıyorlar daha birçok kaçmak zorunda kalan Türk akrabaları gibi…
Marmaris Ana Vatan, güvenli topraklar. Akraba çok, misafir olunuyor birilerine. Geçici bir süre için tabi ki. Annemin hep dediği gibi ‘’Sabahları Marmaris’te tak tak tahta kaşık sesleri ile uyanırsın. Her evin mutfağında mis gibi tarhana pişer, kahvaltı onunla yapılır.’’ Hakikaten mis gibi kokar, ev yapımı tarhana. Sanırım ben de annemden el aldım bu konuda.
Fethiye’ye gelirler. Ethem Kaptan onları Kayaköy tarafında bir eve yerleştirir. Fakat o dönemde sıtma salgını başlar. Salgınla mücadele çok zordur. İbrahim Efendi evlatlarını kaybederim korkusu ile Fethiye’den ayrılmaya karar verir. Salgın bir yandan, işsizlik diğer yandan endişelendirir hepsini. Ethem Kaptan’dan duyar Mersin’de Süveyş Kanalı imalatında kullanılmak üzere Toros Dağları’ndan kesilen Andız ağaçlarının sevki için liman yapılacak, bu sebeple eleman ihtiyacı var diye... Hemen harekete geçerler, Akdeniz’in bir ucundan diğer bir ucuna. Yeni istikamet Mersin’dir.
Portakal Çiçeği kokulu, cennet kokulu Mersin. İklimi güzelim Rodos gibi; sıcak aynı sıcak, nem aynı nem. Kiremithane Mahallesi içinde geniş avlulu bir taş eve yerleşirler. Bu evde büyür Fatma. Evin tek kızıdır. Zordur derler, evin tek kızı olmak. Annesi Hüsniye Hanım, çok hastalanır; kadın hastalığı derler, rahatsızlığı için. Keza İbrahim Efendi de astım hastasıdır. İkisine de bakmak, evin bütün işleriyle uğraşmak Fatma’ya kalmıştır. Yaşıtları gibi okumak ister. Kurtuluş İlkokulu’na başlatırlar İkinci sınıfı bitirmeye yakın kızamık olur. Ağır geçirir hastalığı. Okulunu bırakmak zorunda kalır ne yazık ki. Günler günleri kovalar, güzel bir genç kadın olur Fatma. Okulu bırakmıştır ama kitap okumaktan asla vazgeçmez. Dikiş dikmeyi öğrenmek ister. Komşu kızı can dostu gayrimüslim arkadaşı Goya, Akşam Sanat Okulu’ndan bahseder. Heyecanla okula gidip yazılırlar. Dikiş, nakış, çiçek yapımı derken epeyi şey öğrenirler orada. İlk önce kendi için bir şeyler diker. Kendi kendine prova yapmak zor olmasına rağmen dikiş dikmek ona çok iyi gelir. Müfide İlhan Hanımefendi ile tanışırlar. Müfide Hanım, en çok prova yaparken zorlandığını, bu konuda yardımcı olursa kendisinin de ona yardımcı olabileceğini söyler. Fatma’nın da zaten prova arkadaşına ihtiyacı vardır. Yolları kesişiverir. Henüz on sekizinde olmasına rağmen bulduğu kumaşlar elinde dönüşür, biçimlenir. Elbiseler, etekler, döpiyesler hayat bulur. Her kadın için ayrı bir kişilik kazanır kumaşlar. Malzeme bulmanın çok zor olduğu o günlerde her diktiği kıyafete uygun aksesuar yapmaya karar verir. Kumaştan çiçek yapmayı okulda öğrendiği için onu kullanacaktır. Günün modası çiçekler envaiçeşit kumaşlarla elinde şekillenir. Elbiseler Fatma’nın çiçekleri ile tamamlanır, sanata dönüşür birer birer.
Prova arkadaşı Müfide İlhan Hanımefendi 1950 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Kadın Belediye Başkanı olur. Sonralarda annem ‘’İnan kızım, o gün Müfide Hanım’ın Mersin Belediyesi Başkanı olduğunu duyunca gurur duydum, iyi ki onu tanımışım’’ demiştir.
Yine Kiremithane de ki taş evdeyiz. Karşı komşu Halepli Nedime Hanım, Hüsniye Nineme kendilerini hayırlı bir konuda ziyaret etmek istediklerini söyler. Bir gün önce Nedime Hanım’ın kocası Kaptan Lazkiyeli Mehmet Dalati (Yozgat) Alanya’dan aile dostları ile gelir. Hali vakti yerinde misafirlerin Alanya’da Otelleri vardır. Fatma’yı tesadüf görüp beğenirler. Oğulları Ali‘ye kendi adlarına istemeleri için Nedime Hanım’a açılırlar. Nedime Hanım şaşırır, hiç beklemediği bir durumdur çünkü. Aslında Fatma’yı kendi oğlu Ahmet’e uygun görmektedir epeyi zamandır. İki çocuk ta birlikte büyümüşlerdir. Yetişkin iki birey olana dek hiç ayrılmamışlardır. Ahmet Liseyi bitirip askere gitmeye karar verir. Nedime Hanım küçüklüğünden beri tanıdığı bildiği, kızı Meliha’dan ayırt etmediği Fatma’yı, Ahmet askere gitmeden istemeliydi. Şimdi ise işler düşündüğünün tersine gelişmekteydi. Valla görev yerine getirilmeliydi, ayıp olurdu misafirlerine karşı. Tamam dedi Nedime Hanım, gidip isteyecekti Fatma’yı misafirlerine. Hüsniye Hanım’a haber gönderdi, hayırlı bir iş için geleceğiz diye. Gidildi Ekekon Ailesine, kızları Fatma’yı Alanyalı misafirlerinin oğlu Ali’ye istedi. Yutkundu, derin derin nefes aldı, durdu sonra bir şey daha var; ben aynı zamanda oğlum Ahmet’e de kızımız Fatma’yı istiyorum demez mi? Kafalar karıştı tabi ki; şimdi Fatma kime istendi?
Hüsniye Hanım, akıllı bir kadındı. İşi az düşününce çözdü. Bir yanda hali vakti yerinde bir ailenin evladı ve gurbete göndermek var, diğer yanda da henüz askerliğini bile yapmamış ama yıllardan beri tanıdığı bildiği evladı gibi sevdiği Ahmet var. Bir süre sonra ;
-“Nedime Hanımcığım, ne desem bilemedim vallahi. Doğrusunu isterseniz, kızımız Fatma ne derse o olur’ ’dedi Hüsniye nenem. Fatma’nın cevabı Mersin’e geldiği ilk günden beri can arkadaşı, sonrasında da gönüldeşi Ahmet olur. İyi ki Ahmet demiş annem; yoksa ben olur muydum hiç? Varlıklarına hep şükrettiğim iki insandı annem, babam.
Askere giderken istasyonda gözü yaşlı uğurluyor Fatma sevdiceğini. Bir süre ayrı kalıyorlar. Sonrasında nikâh ve düğün. Yozgat’ta Yedek Subay olarak kalması istenen Ahmet, asker olarak hayatına devam etmek yerine Mersin’de kalıp Merkez Bankası’nda memur olarak işe başlar. O zamanlarda memuriyet zor ulaşılır bir görev. Kıt kanaat geçiniyorlardır zaten. Fatma, ailesinin en büyük destekçisidir. Konu komşudan talep geldikçe dikiş dikerek destek olur aile bütçesine. Ufak tefek dikişlerde rica eder, dikiş makinesi olan komşularına. Ama nereye kadar bu şekilde devam edecektir bilemez. Bayram öncesinde kadınlardan çok dikiş gelir. Oğlu Mehmet de vardır artık hayatlarında. “Ah bir dikiş makinem olsa. Ne güzel olurdu ‘’diye iç geçirir durur kendi kendine annem. Bir gün otururken kapı çalar. Kalkıp açar, kapının önünde süslü püslü Singer marka kocaman bir dikiş makinesi durmaktadır. Şaka gibi. Kim koydu hayallerindeki dikiş makinesini kapıya acaba..! Muhtemelen yanlış getirdiler diye düşünmektedir. Şimdi gerçek sahibi belli olur, yazık başkası da var belli ki benim kadar isteyen der. Birkaç dakika sonra kapıda ev sahibi Mukaddes Hanım beliriverir. Ağzı kulaklarındadır neredeyse kadının. “Fatmacığım güzel kızım nasıl beğendin mi? Bu artık senin dikiş makinen‘’ demez mi? “Anlamadım, bu dikiş makinesi benim mi şimdi. Nasıl alır, kabul ederim. Alsam bile size nasıl öderim Mukaddes Teyzeciğim’’ der annem.
Mukaddes Hanım Fatma’nın emeğini görür, bilir. Üstelik onun en iyi müşterisidir. “Bak kızım evet ben aldım bu makineyi sana, şimdi senden bir ödeme falan talep etmiyorum. Benim getirdiğim kumaşları dikersin, ödeşiriz. Sen çok iyi bir terzisin. Ben sadece sana destek oluyor, yolunu açıyorum. Dikeceksin, kazanacaksın, bütçene katkı sağlayacaksın. Hala var mıydı böyle bir incelik, böyle bir öngörü, böyle bir insanlık. Kadının kadına desteği bu olsa gerekti. Ne kadar gönlü güzel, yüreği geniş bir kadındı Mukaddes Hanım. Bir Kadın, bir Kadının elinden tutarsa ve ona destek olursa umut, su olur. Su, yolunu bulur ve o yol hep açık olur…
Rodoslu Fatma, benim biricik annem, yüreği güzel kadın. Dileği yerine gelmiştir. Hani derler ya dilek kapın açıkmış diye işte aynen öyle oluyor. Şöyle biraz düşününce getiren sanırım bir melekti, herhalde o melek de ev sahibi Mukaddes hanımdı. Annemin dileğini duymuş, dikiş makinesini sihirli değneği ile kapıya kondurmuştu. Annem makinesini babamla içeriye alır, salonun en güzel köşesine yerleştirir. Bugüne kadar aldığı en kıymetli armağandır o Singer makine.
Terzilik onun için bir hobiden öte meslek olmak üzeredir artık. Para kazanıyordur çünkü. Ailesinin bütçesine katkıda bulundukça, özgüveni de yerine gelmektedir. Arkadaşlarından, komşularından dikiş makinelerini kullanmayı rica ederek olmuyordu bu iş. Çok şükür artık kendi makinesi vardı. Konu, komşu, eş, dost, akraba kim varsa sanki annemin makinesini duymuş gibi kumaşını kapan geliyordu. Maşallah bir iş bir iş, sıraya koyar hepsini. Mukaddes Hanımı da unutmaz bu arada. Onun getirdiği kumaşları özenle diker sonra kapısını çalar, minnet ve şükranlarını ileterek takdim ederdi.
1958 Yılı ağabeyim Mehmet’in ardından, ablam Filiz’e hamile annem. 30 Ağustos Balosu var diyor babam. Mersin’in kavurucu sıcağında karnı burnunda sekiz aylık hamile. Buna rağmen baloda giymek için hemen kendisine emprime çiçekli bir kumaştan elbise diker annem. Belediye’nin Şehir Gazinosu’na giderler babamla. Şimdilerde Cumhuriyet Meydanı olan yerdedir balo. Müzik başlar, dans ederler. Ardından gök gürler, bir yağmur bir yağmur sormayın, gök delinir adeta. O güzelim emprime elbise ıslanınca çeker, küçücük kalır üzerinde. Apar topar giderler evlerine. Sonrasında gülerek anlattı bana, o günkü hallerini annem.
Bizde çokça siyah beyaz eski fotoğraf vardır. Bir gün nikâh fotoğrafları elime geçer, ikisi de müthiş güzeller. Annem gelinliğini kendisi dikmiştir. Nasıl da asil duruyor üstünde gelinliği. Kendisi de çok asil, naif bir kadındır. Fotoğrafa bakınca içim ürperir. Kulağında minik beyaz çiçekli damla küpeleri, göğüs yakasında yine belli ki kendi elleri ile yaptığı çiçeği, bukleli saçları açık, yandan toplayıp taktığı incili tarak özenle yerleştirilmiş belli. Babam, koltukta oturmuş, annemin arkasında kravatlı takımı ile ayakta yer alıyor. Eski siyah beyaz filmlerdeki aktris Ava Gardner’a benzetirdim annemi. Yok yok aslında annem daha da güzeldi. Babam da Clark Gable misali arkaya taranmış briyantinli saçlarıyla çok yakışıklı görünüyor. Terzilik artık annemin mesleği haline gelmiştir. İş işi getiriyordur. Ablam altı yaşında iken İbrahim Dedem vefat eder. Ablam dedeme çok düşkündür. Nenem Bekir Dayım ve onun eşi Rodos’tan gelin gelen Suzan Yengemle yaşamaya başlamıştır artık.
1968 yılı başlarında ayak ağrıları çekmeye başlar annem. Ağrılar yürütmez onu. Üstelik şişer iki ayağı da dizden aşağı. Dikiş dikmeye ara verir. Bir doktor bulur Bekir Dayım. Eve getirir doktoru, annemi muayeneye ettirir. Doktor albümin olduğunu, süt içmesi gerektiğini ve eğer yeni bir bebeği olursa hamilelik döneminin bu rahatsızlığını gerileteceğini, iyileşebileceğini söyler. Süt içmeye başlar annem, başka bir şey yemeden. Süt onu epeyi rahatlatır. Ayağa kaldırır bu tedavi annemi. Doktorun tavsiyesi üzerine bebek düşünürler ve evet ben annemin şifacısı olarak dünyaya gelirim.
4 Şubat 1969 Hüsniye koy adını der nenem benim için anneme. Annem nenemi kırmak istemez tamam der. Bir yandan da kızım büyüyünce, bu isim eski ya beğenmezse diye düşünür. Sonra ‘’Deniz ‘’olacak minik kızımın adı hem Filiz ile de uyumlu der. Devrimci adıdır Deniz. Bilmiş gibi kızı da aslında huyu suyu itibarı ile devrimci olacaktır gün gelince. Filiz ablam on yaşındadır o sıralar, birileri şakayla pabucun dama atıldı, annen artık seni değil, kardeşini sevecek der. Ablam odaya kapanır, tüm gün odadan çıkmaz, ağlamaktan harap olur. Annem kucağına alır beni, odaya girer. Filizim, bak sana kız kardeşin Deniz’i getirdim der ve beni onun kucağına verir. Ablam, minicik kız kardeşi kucağına verilince birden büyüdüğünü düşünür, çok hoşuna gider ve bir daha onu hiç kıskanmaz. Artık minik Denizin ikinci annesi, arkadaşı, yoldaşı olur.
Annem çok kitap okurdu. Öğlen yemeğini sonrasında görev gibi uyunur, herkes eline bir kitap alır okur, ardından öylece uykuya dalardı. Annem ortada, ablamı bir tarafına beni diğer tarafına alır, yatağa uzanırdık. Okuma yazma bilmediğim için henüz o yaşlarımda, elime resimli fotoroman verirdi. Bir saat kadar sürerdi bu seremoni. Şimdilerde biz de Yenişehir Belediyesi Akademi Binamızda ailelere çocukları ile birlikte kitap okumalarının önemini anlatıp, tavsiye ediyoruz. Annem babam o zaman sanırım doğru bir iş yapmışlar bizi büyütürken. Uyumayı hiç sevmezdim, karıştırır anlamaya çalışırdım siyah beyaz kitabı. Onlar uyur uyanır, sonrasında da annem bana doğru döner hadi bakalım anlat ne anladın bu kitaptan diye sorardı. Kendimce fotoğraflardan ne anladıysam hayal kurar, ona göre minik beynimle bir hikâye uydururdum. Dikkatle dinler, hımım harika teşekkür ediyorum annecim diyerek övgüsüyle mutlu ederdi beni. Annemin bu uygulaması benim okula başlamadan okumayı yazmayı öğrenmemi sağladı. İyi bir şey miydi bilmiyorum ama istemeden olmuştu bir kere.
O yaşlarda en sevdiğim şey ailece sinemaya gitmekti. Adana’da çok güzel yazlık sinemalar vardı. Gündüzden plan yapılır, sinema seçilirdi. Oturduğumuz semt olan Çifte Minarelerden, Sulara kadar yürür, elimizde minderlerimiz sinemaya girer, tahta sandalyelerimize oturur, o günün vizyonda olan Türk Filmi neyse heyecanla izlerdik. Film bitince Adana’nın ara yollarından eve doğru tekrar yürümeye başlar, yoruldum dediğimde ağabeyim Mehmet beni omzuna alır öyle yürürdü. Yürürken ara sokaklarda iki şey beni çok etkilemişti hep. Biri önünden geçtiğimiz aslanlı ev, ikincisi de içime çektiğim mis gibi beyaz yasemin çiçeğinin kokusu. Sonradan duydum aslanlı ev Sabancıların eviymiş meğerse. Birinci sınıfa başladığımda çok zorlandım. Yaşıtlarım alfabeyi öğrenmeye çalışırken ben öğretmenimle birlikte arkadaşlarıma yardımcı öğretmenlik yapıyordum. Öğretmenim okul müdürüne durumumu iletmiş, annem okula çağrılmıştı. Müdür Bey, anneme benim ilk dönem bitmeden ikinci sınıfa atlatılabileceğimi söyler. Annem kabul etmez ve ben birinci sınıfı öylece okurum. İlkokul birinci sınıfın ilk dönemini Adana’da, ikinci dönemini babamın tayini sebebi ile Kayseri’de okudum. Mimar Sinan İlkokulu hiç unutmam. İlk defa karı Kayseri’de gördüm. Kar yağar, ders aralarında arkadaşlarla bahçeye koşar, yere çömelir birbirimizi kaydırırdık. Ablam Lisede henüz. O meşhur birçok yöneticiyi mezun eden Kayseri Lisesi öğrencisi. Sanat tarihi en sevdiği ders. Ablam derslerde öğrendiğini pekiştirsin diye yazları denize girmek yerine tatil planımızı babam, İstanbul olarak planlardı. Önceden gidilecek Saraylar, Camiler tarihi ne yer varsa listelenirdi. Otobüsle İstanbul’a ailece gidilir, THY ‘da yönetici olarak çalışan Mustafa Amcamların Fatih Semti’ndeki evlerinde kalınırdı. O yaşlarda İstanbul’un birçok camisini, sarayını, çarşısını gezdim diyebilirim. Belki de bende Tarih ve İstanbul sevgisi öyle başladı. Hiç unutmuyorum Kınalı Adaya gittik Vapurla. İlk defa eşeği orda gördüm. Adayı eşeğin üstünde gezdim. Korktum mu inanın hiç hatırlamıyorum. Ertesi yıl yine tatil planı İstanbul oldu, önceki yıl gidilemeyen eksik yerler tamamlandı. Bir sonraki sene ise İzmir gezildi.
Babam Merkez Bankası’nda Muhasebe Müdür Yardımcısı olarak çalıştığı yıllarda pazar günleri bile işe giderdi. Beni de yanında götürür, koca soğuk taş binaya girer, bankanın nöbetçi bekçi amcası bizi karşılardı. Bekçi amca elinde saate benzeyen yuvarlak bir şey getirir, babam onu alır içini açar, içinden bir kâğıdı çıkarır, kalemle işaretler, çizikler atar sonra çekmeceden yeni renkli bir kâğıt çıkarır, onun içine yerleştirir tekrar kapatır ve yine bekçi amcaya verirdi. Öğrendim ki belli aralıklarla bekçi, o saate benzeyen aleti, kurup ayarlıyor babam da oradan bekçinin uyuyup uyumadığını kontrol ediyormuş. İyi çalışmalar diler çıkardık. O günkü görev bu kadardı.
Annem her gün parka götürürdü beni. En sevdiğim an annemin beni salıncakta hiç bıkmadan sallamasıydı. Her gün aynı saatte. Adana, Kayseri nerde olursak olalım parka götürüp benimle ilgilenmekten hiç vazgeçmedi. Onun şifacısıydım ya ondan herhalde derdim kendi kendime. Annemin naifliği, babamın sakinliği bana geçmişti. Evde hiç yüksek ses duyulmazdı. Bir gün bile tartıştıklarını, birbirlerine seslerini yükselttiklerini duymadım. Mutlaka anlaşamadıkları olmuştur tabi ki, ama bize hiç hissettirmediler. Bir yere giderken el ele tutuşurlardı, çok hoşuma giderdi. Ben de böyle olacağım derdim.
Kayseri annemin sağlığına iyi gelmedi. Babam annemin yüksek tansiyonu sebebi ile daha düşük rakımlı bir yer olduğu için Mersin’e tayin istedi. Tayinimiz çıktı Mersin’e geldik. Bu işe en çok Hüsniye nenem sevindi. İlkokul 3.sınıftaydım Mersin’e geldiğimizde. İleri İlkokulu’na yazdırdılar beni. Ablamın eski ilkokul öğretmeni olduğu ve tanıdıkları için emeklisi gelmiş Kemal Öğretmenin sınıfındaydım artık. İlk günümü hiç unutmuyorum. Dersteyiz Kemal Öğretmen bilgi yarışması yapacağım, Deniz, Şebnem çıkın bakim tahtaya dedi. Çıktım tahtaya, yan yana duruyoruz, ilk defa gördüğüm sonrasında can ciğer olacağım sınıf arkadaşım Şebnem ile. Kemal Öğretmen, bir ona soru soruyor bir bana soruyor. İkimiz de biliyoruz soruların cevabını. Son soru hadi bakalım Deniz, bunu da bilirsen aferin sana. Soru geldi, okulumuzun müdürünün adı nedir demez mi? Nereden bileyim müdürün adını. Okulda ilk günüm. Yine de bilememenin mahcubiyeti ile Kemal Öğretmene dönerek bilmiyorum efendim dedim. Kemal Öğretmen bu defa Şebnem’e döndü, sen söyle kızım dedi. Şebnem Erdoğan Yılmaz dedi bildi. O günü ve müdürün adını hiç unutmam. Çünkü ben bilemedim diye Kemal Öğretmen elime cetvelle vurdu. Ne kadar büyük bir haksızlıktı bana yapılan oysa. O günden sonra Kemal Öğretmeni hiç sevmedim.
İlkokul ortaokul derken öyle geçti yıllar. Lise yıllarım da çok güzeldi. Başarılı bir öğrenciydim. Matematik öğretmenim bana çok sistemlisin demişti bir gün, o günden sonra adım arkadaşlarımın yanında sistemli olarak anıldı ve öyle takılı kaldı. Üniversiteyi yine kopamadığım Adana’da okudum. Artık Peyzaj Mimarıydım. Yüksek Lisans yapmak istedim kazandım sınavı. Yabancı dil eğitimi alırken Mersin Belediyesi Karaduvar Sahiline bir Peyzaj Projesi çizdim. Belediye Başkanı Kaya Mutluya projem gösterilir. Kaya Başkan projemi çok beğenir ve belediyede işe başlatılmam konusunda talimat verir. Yüksek Lisansımı yarıda bırakıp Mersin Belediyesi’nde işe başladım. Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nde Proje Koordinatörü olarak uzun yıllar görev yaptım. Kaya Mutlu Başkan öngörülü, disiplinli ve gördüğüm en zeki insanlardan biriydi. Her işe girip çalışana sorarlar referansın kim diye. Benim referansım kendim olmuştum.
Bana göre yaptığın iş ile anılmak kadar güzel bir şey yoktur. Hayat epeyi şey öğretti bana. Öncelikle hiçbir şey önüne hazır gelmiyor. Çalışıp kendini geliştireceksin. Hislerini ve mantığını harmanlayıp kararlarını öyle vereceksin. Hayır demeyi öğreneceksin. Sınırların olacak. Hayal kuracak ve onların peşinden gideceksin. Varmış gibi yaşayacaksın. Ailemden öğrendiklerimle ahlaklı, vicdanlı ve iyi bir insan olmak en büyük erdemdi benim için. Ailem de benim en önemli hazinemdi.
Belediyede çalışmak bence halkla bir arada olmayı, onları dinlemeyi, sorunları birlikte çözmeyi ve yeni oluşumlara hedef koyup, gerçekleştirmeyi birebir görmeye imkân sağlamıştır. Park ve Bahçeler Müdürlüğü hem mesleğim açısından hem de zaten halkın talebine, ihtiyaçlarına göre rutin çalışmalar ile birlikte bitki gibi canlı bir materyalle iletişim halinde olabildiğim müthiş bir keyifti benim için. Onların ayrı bir dünyası vardı, tabi ki anlayana. Bitkileri, hayvanları anlamayan insanları da anlayamazdı bana göre. Bütün bunlar benim için tesadüf olamazdı. Anneme olduğu gibi ben de ihtiyacı olduğunda kadınların elinden tutmalı, destek olmalıydım. Düşünüp dururken 30 uncu mesai yılımda bir baktım Kadın ve Aile Hizmetleri Müdürlüğü’ndeyim. Ne iyi etmişim burada olmayı kabul edince. Önceleri ben teknik bir personelim dedim ve kabul etmek istemedim. Sonrasında Deniz, bu birim sana öyle sıradan gelmedi, vardır bir hayrı mutlaka dedim. Hem de ne hayırla geldi.
6 Şubat 2023 yıkıldı insanlık, söndü ocaklar, yıprandı gitti çocuklar, anneler, babalar tüm canlılar. Kayıplar çok, yıkıntılar çok. Sadece kuru soğuk binalar değil kaybolan hayaller, umutlar, sevgiler ve insanlık. Bir daha asla tekrarı olması istenmeyecek büyüklükte bu afat.
Ardından açılıyor tüm kapılar, hemen seferber oluyor insanlık; biz buradayız, yanınızdayız, hep beraber yaralarınızı sarıp iyileştireceğiz diyoruz.
Ağlaya ağlaya umutlar yeşeriyor. Sevgi yüreği besliyor. El ele tutuşup hayat yoluna birlikte çıkıyoruz. Antakya, Kahramanmaraş, Gaziantep, Malatya, Adıyaman, Adana daha nerede, kim varsa herkesin yanındayız ve daima olacağız. Bugün onlara, yarın bize.!
H.DENİZ YOZGAT ŞEHİTOĞLU
1969 Mersin Doğumlu. 1990 yılında Ç.Ü. Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nden mezun oldu.
1991 yılında Mersin Belediyesi'nde Peyzaj Mimarı olarak iş hayatına başladı.
2004 yılına kadar Kültür Park Proje Koordinatörlüğü, 2014-2018 yılları arasında Strateji Daire Başkanlığı'nda Proje Yönetimi Şube Müdürlüğü, Özel Projeler Daire Başkan Vekilliği görevlerinde bulundu.
2018 Yılı itibarı ile Mersin Yenişehir Belediyesi'nde Kentsel Dönüşüm Projesi Koordinatörü olarak görev aldı.
2020 yılında Park ve Bahçeler Müdürlüğü, 2023 yılında da Kadın ve Aile Hizmetleri Müdürü oldu. Halen bu görevinde devam etmektedir.
TMMOB Peyzaj Mimarlığı Odasına üyedir.
Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği Mersin Şubesi 2. Başkanıdır. Bununla beraber birçok Kadın Dernekleri ve Sivil toplum kuruluşları ile gönüllü olarak çalışmaktadır.
Gazeteci A.Vahap Şehitoğlu ile evli ve Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü Mezunu bir erkek, diğeri İTÜ. Mimarlık Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü öğrencisi 2 çocuk annesidir.
Uzun zamandır doğal yaşamı tercih ettiği için Mersin’e 25 km uzaklıkta Toroslar’a bağlı Kepirli Köyü’nde yaşamaktadır.
#ASRINFELAKETİ #ANTAKYADEPREMİ