Aynı çoğunluk şu noktada birleşiyor: Mağduriyet bir anlatı değil, bizzat hakikatin kendisi olmalı. Ne var ki bazıları için bu, gerçeği ifşa etmenin değil, sesini yükseltmenin ve dikkatleri üzerine çekmenin bir yolu hâline geliyor.
Kendi mağduriyetinden başka hiçbir şeyi duymayan, susturulmuş değil, yükseltilmiş bir ses olan Lale Gül zırvalarına devam ediyor.
(Hollandacası en altta.
Nederlandse versie onderaan)

İlhan KARAÇAY yorumladı:
Lale Gül yine sahnede. Bu kez de sokakta duyulan ezan sesini tartışmaya açıyor; ama öyle yapıcı bir tartışma değil bu. Yine bildiğimiz, provokatif, “Ben söyleyince gerçek oluyor” havasında bir yazı kaleme almış. Eline geçen her sosyal gerilimi kişisel şöhretine yatırım fırsatına çevirme konusunda istikrarlı.
Şimdiki konu, Ezan Yasağı.
Hollanda’da çeşitli İslam gruplarına ait, 250 kadarı Türkler’e ait, toplamda 500 kadar cami var. Bu camilerin bir kısmı, bağlı oldukları belediyelerden, sadece Cuma günleri, yani haftada bir kez, mikrofonla ezan okunmasına ve hoparlör ile duyurulmasına izni almış. Bazı ırkçı politikacılar bu
uygulamanın yasaklanmasını istiyorlar.
Ezan sesi, çocukluğumun sabahlarına, öğlelerine, akşamlarına eşlik eden, zamanın akışını anlamlandıran bir çağrıydı benim için. Mikrofon yoktu o zamanlar; sesi taşıyan, sadece müezzinin nefesiydi. O yüzden ezanla kurduğum bağ, bir teknolojik yükseltmenin değil, bir insanın kalbinden süzülüp gelen sesin saflığına dayanıyor. Ezanı ilk okuyan Bilâl-i Habeşî’nin sesi gibi: derin, davetkâr ve içli… Bu yüzden ezanın her daim kalbe hitap etmesi gerektiğine inanıyorum; duvara değil, cama değil, kulağa değil sadece kalbe.
Bugün, ezanın hoparlörle duyurulmasına dair çekincelerimi dile getirmek, inancıma ya da geleneğe bir mesafe koyduğum anlamına gelmiyor. Aksine, bu sesi gürleştirmenin, bazen onu ruhundan uzaklaştırdığını düşünüyorum. Ezan bir çağrıysa, çağrının etkisi, ne kadar uzaktan değil, ne kadar içten geldiğiyle ölçülmeli. Ama Hollanda’daki mesele başka bir yerde duruyor.
Burada mesele, sesin yüksekliği değil, varlığının kabul edilip edilmemesi. Ve bu bağlamda, sadece haftada bir gün duyulan ezanın bile bir tahammül sınavına dönüştürülmesi, birlikte yaşamanın asıl zorluğunu gösteriyor bize.
Ezan sesinden rahatsızlık duyanların, bu rahatsızlıklarını ifade etme hakkını savunmak başka bir şey; demokratik ve hoşgörülü bir yorum yapan birini, “İslamofobi kartı oynuyor” diyerek küçümsemek bambaşka bir şey. Mesela televizyon yapımcısı Paul Römer’in gayet dengeli ve anlayışlı bir şekilde, “Bu bir gelenek, bu toplumda birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz” şeklindeki sözlerine karşılık Lale Gül’ün tepkisi şöyle: “Şahsen ben böyle ‘argümanlardan’ nefret ediyorum, çünkü bu, yapıcı İslam eleştirisi gibi başlayan her tartışmayı hemen boğuyor.”
Peki bu agresif yaklaşım, gerçekten “yapıcı bir tartışma”yı mı besliyor, yoksa zaten gergin olan sosyal iklimi daha da mı kutuplaştırıyor?

Paul Römer
Lale Gül hanımın bir başka cümlesiyle devam edelim: “Römer’in argümanı dakika başı daha da can sıkıcı hale geldi.” sözlerine katılmak zorunda değilsin elbette. Ama yıllardır medya dünyasında yer alan bir ismin fikirlerini, bu kadar küçümseyici, bu kadar alaycı bir üslupla sunmak, ne gazetecilik etiğine ne de sağduyuya sığar. Römer’in yaklaşımında asıl mesele, birlikte yaşamanın yollarını aramak. Lale Gül’ün yazısında ise tartışma değil, bastırma var.
Lale Gül hanım, kaçınılmaz şekilde Wilders’i anıyor, “Bu yüzden insanlar konuşamaz hale geliyor, oylar da Wilders’a gidiyor,” diyor. Bu da artık klasikleşmiş popülist bir hamle: “Benim gibi düşünmezseniz, ülke aşırı sağa kayar.” diyor.
Lale Gül’ün geçmişte kaleme aldığı ve onu kamuoyunda tanınır hale getiren kitabı ‘Yaşayacağım’, kuşkusuz kişisel deneyimlerine dayanıyor. Ancak bu kişisel anlatımın içinde geçen bazı ifadeler, sadece kendi ailesine değil, çok daha geniş bir kesime yönelik ağır genellemeler içeriyor.
Annesi için “irinli hamam böceği” ifadesini kullanması ya da babasını sadece “döllendiren” bir figür olarak tanımlaması, edebi bir dilin ötesine geçiyor. Bu tarz betimlemeler, yalnızca ailevi kırgınlıkları aktarmıyor; aynı zamanda muhafazakâr aile yapısını aşağılayan, hatta şeytanlaştıran bir dile dönüşüyor.
Bu noktada sormak gerekiyor:
Kendi geçmişinde ailesine karşı bu denli acımasız bir dil kullanmış bir kişinin, bugün toplumsal bir konuda üstelik inanç, aidiyet ve birlikte yaşama kültürü gibi çok hassas bir konuda, bir hakem gibi konuşması ne kadar meşrudur? Kendi ailesine tahammülü olmayan biri, farklı inanç ve yaşam biçimleri arasında köprü kurma iddiasında bulunabilir mi?
Lale Gül’ün şimdi “ezan sesi rahatsız eder mi, etmez mi” tartışmasında ortaya attığı üslup da bu soruları yeniden akla getiriyor. Evet, birey olarak bu konudaki fikrini ifade etme hakkı vardır. Ama bu fikir, farklı görüşleri küçümseyerek, yapıcı olmayan bir dille sunulursa, ortaya katkı değil, yeni bir kutuplaşma çıkar.
Bir yanda Paul Römer gibi, “Herkese alan açalım, farklılıklara alışalım” diyen bir yaklaşım, öte yanda onu “ezan karşıtı söylemleri susturmak için İslamofobi kartı oynayan biri” olmakla itham eden Lale Gül. Hangi taraf daha çoğulcu, hangi taraf daha hoşgörülü?
Bu yazı sadece bir fikir ayrılığı değil; kimsenin “tek hakikat” temsilcisi olmadığı bir toplumda, kimin gerçekten çoğulculuktan yana olduğunu sorgulama çağrısıdır.
Ve bir daha soralım:
Bu konuyu yorumlamak gerçekten sana mı kaldı, Lale Gül?
Lale Gül, ‘Yaşayacağım’ ile edebiyat dünyasına adım attığında, medyada kendisine hemen bir yer açıldı. “Cesur kız” olarak sunuldu, “baskıcı bir İslamcı ailede büyümüş ama zincirlerini kırmış modern kadın” anlatısının sembolü haline geldi. Röportajlar, televizyon programları, paneller… Her yerde o vardı. Ve neredeyse her platformda aynı tema: Ben susturuldum, bastırıldım, şimdi konuşuyorum.
Fakat dikkatli bakanlar için bu mağduriyet anlatısının ne kadar konforlu bir alana dönüştüğü de ortadaydı. Çünkü bir kez “mağdur” kimliğini benimsediğinizde, söylediğiniz her şey kutsanıyor, eleştiriye kapatılıyor. Hele bir de İslam’ı ya da göçmen kökenli aile yapısını hedef alıyorsanız, bir kesim için alkışlanmanız garanti. Lale Gül de tam olarak bunu yaptı.
Bu pozisyon ona hem görünürlük hem de dokunulmazlık sağladı. Eleştirildiğinde hemen “beni susturmak istiyorlar” refleksiyle cevap verdi. Oysa fikir dünyasında herkesin sorgulanabilir olması gerekir. Ama Lale Gül, hem tartışma başlatıyor hem de tartışılmaz olmak istiyor.
Daha da ilginci: Kendisini yıllarca bastıran bir kültürden geldiğini söyleyen biri olarak, şimdi o bastırılma dilini tersinden yeniden üretiyor. Römer örneğinde olduğu gibi, farklı düşünen birini küçümseyerek, onun sesini değersizleştirerek… Bu kez susturan rolünde kendisi var.
Bu çelişkiyi fark etmek gerek:
Bir zamanlar “konuşmasına izin verilmeyen” Lale Gül, bugün farklı seslere “sus” diyen bir figüre dönüşüyor.
Medyanın da bu noktada sorumluluğu büyük. Çünkü her farklı konuda Lale Gül’ü konuk etmek, ona “yine ne söyleyecek acaba?” diye alan açmak, onu sadece bir yazar değil, bir tür otoriteye dönüştürdü. Ancak bu otoritenin beslendiği şey, çoğu zaman yapıcı bilgi ya da diyalog değil; daha çok kişisel kırgınlıklar, kimlik siyaseti ve ajitasyon.
Lale Gül’ün söylemlerine baktığımızda, kendisini özgürlüklerin ve çoğulculuğun savunucusu olarak konumlandırdığı görülür. Ancak iş pratiğe gelince, bu savununun sınırlarının oldukça dar çizildiğini fark ediyoruz. Kendi yaşam tarzını benimsemeyen, onun seküler doğrularını sorgulayan ya da farklı bir dini hassasiyete sahip olan herkes, ya “gerici”, ya “baskıcı”, ya da “susturulması gereken” olarak kodlanıyor.
Yani Lale Gül’ün savunduğu “çoğulculuk”, aslında yalnızca kendisiyle aynı doğrultuda düşünenler için geçerli. Ötekilere yer yok. Römer örneğinde gördüğümüz gibi, hoşgörülü bir bakış açısı bile, eğer onun çizdiği sınırlar içinde değilse, küçümsemeyle, imayla, hatta alayla karşılanabiliyor.
Bu tavır, çoğulculuk değil; aksine, tek doğruya indirgenmiş bir dünya görüşünün dayatmasıdır. Bir yandan “birey özgürdür” denilirken, diğer yandan toplumsal değerleri savunanlar “arkaik”, “çağ dışı” ya da “tehlikeli” ilan ediliyorsa, orada samimiyetten söz edemeyiz.
Lale Gül’ün bu yaklaşımı, özellikle göçmen kökenli toplulukları ilgilendiren meselelerde daha da sivriliyor. Kendisi o camianın içinden çıkmış biri olarak artık o camiaya dışarıdan bakan, hatta çoğu zaman yukarıdan konuşan bir figüre dönüşmüş durumda. Ama bu dışarıdan bakış, anlayışla değil, hesaplaşma ve küçümseme üzerinden kuruluyor.
Bu durum, onu okuyan ve destekleyen bazı kesimler için belki etkileyici olabilir. Ama farklı kesimlerin bir arada yaşadığı bir toplumda, böylesi dışlayıcı bir dilin, uzlaşmadan çok kırılma getireceği açık. Eleştirdiği muhafazakâr çevrelerin aynasına dönüştüğünün farkında mı, emin değiliz. Ama söylemleri her geçen gün daha fazla “benim gibi değilsen sus” anlayışına kayıyor.
Toplumsal meseleleri konuşmamız gereken her an, neden hep aynı isimler çağrılıyor?
Özellikle Lale Gül gibi, bireysel travmalarını toplumsal genellemelere dönüştürerek dikkat çeken figürler neden bu kadar merkezde? Cevabı zor değil: Medya, çarpıcı olanı sever. Ve Lale Gül, “çarpıcı” olmayı çok iyi biliyor.
Ama bu tercihin uzun vadede toplum için bir bedeli var. Çünkü sürekli aynı sesi duymak, başka seslerin duyulmasını engeller. Aynı yüzler, aynı bakış açıları, aynı türden mağduriyet anlatıları… Bunlar bir yerden sonra gerçek çeşitliliği boğar.
Ezan tartışmasında da gördük ki, mesele artık sadece ses düzeyi değil; kimlerin ne kadar konuşma hakkı olduğuna dair bir savaş veriliyor. Ve bu savaşta, “konuşan” olmak kadar, “susturan” olmak da bir güç göstergesi. Lale Gül bu gücü kendi lehine ustaca kullanıyor; ama bunu yaparken toplumsal dengeyi gözetmiyor. Tersine, zaten kırılgan olan çizgileri daha da keskinleştiriyor.
Eleştiri getirmekten çekinmeyelim. Fakat eleştirinin dili, kimlik değil ilke temelli olmalı. Lale Gül, eleştirel düşünceyi teşvik eden biri olmak yerine, sık sık “ben yaşadım, ben bilirim” diyerek tartışmaları kişiselleştiriyor. Bu yaklaşım, sağlıklı bir kamusal tartışmayı mümkün kılmıyor. Bilakis, sesi çok çıkanın haklı olduğu bir atmosfer yaratıyor.
Bu yüzden Hollanda’daki Türk çoğunluk soruyor:
“Bu konuyu yorumlamak sana mı kaldı, Lale Gül?”
Aynı çoğunluk şu noktada birleşiyor: Mağduriyet bir anlatı değil, bizzat hakikatin kendisi olmalı. Ne var ki bazıları için bu, gerçeği ifşa etmenin değil, sesini yükseltmenin ve dikkatleri üzerine çekmenin bir yolu hâline geliyor.
Kendi mağduriyetinden başka hiçbir şeyi duymayan, susturulmuş değil, yükseltilmiş bir ses olan Lale Gül zırvalarına devam ediyor.
Bakınız neler yazmış Lale Gül hanım:
Ezan çağrısına eleştiri seni İslamofobik yapmaz

Hollandaca okumak istiyorsanız fotoğrafı büyütünüz.
Bu hafta sıkça konuşulan konu şuydu: sokakta hoparlörle yapılan İslami ezan çağrılarının sesi. SGP ve JA21 kısa süre önce bunun yasa ile yasaklanmasını önerdiler. Bu noktada sadece sesin yükseltilmesine karşı olduklarını vurguladılar; yükseltilmeden yapılan çağrılarda bir sorun görmediler. İçerikle de ilgili bir itirazları yoktu; sadece ses kirliliği söz konusuydu. 2017 yılında kırk camide hoparlörlü ezan vardı. Şimdi bu sayı elli.
Ezan çağrısının destekçileri, örneğin televizyon yapımcısı Paul Römer, WNL Goedemorgen programında bunun bu kadar büyütülmemesi gerektiğini düşünüyor. “Buna alışmalıyız, birbirimize alan tanımalıyız, bu Müslümanlar için bir gelenek,” dedi. Hatta argümanında İslamofobi kartını bile kullandı: “Siz Hollanda’daki Müslümanlarla ve değişen kültürle sorununuz var,” diyerek SGP milletvekili André Flach’a yüklendi.
Bu sözleriyle, Flach’ın ve onun temsil ettiği insanların kaygılarının samimi olmadığını, sadece kaba bir yabancı düşmanlığı olduğunu ima etti. Sanki Müslümanlarla ilgili her eleştiri, hemen Müslümanlardan ve yabancılardan nefret etmek anlamına geliyormuş gibi. Şahsen ben böyle “argümanlardan” nefret ediyorum, çünkü bu, yapıcı İslam eleştirisi gibi başlayan her tartışmayı hemen boğuyor. Sonuç: insanlar artık bir şey söylemeye cesaret edemiyor ve Wilders (aşırı sağcı politikacı) oyları topluyor.
Römer’in argümanı dakikalar geçtikçe daha da can sıkıcı hale geldi. “Bir zamanlar bir kilise çanının yanına taşınma fırsatım olmuştu ama yapmadım, çünkü her pazar sabahı çanla uyanmak istemedim,” dedi. Biraz sonra ise: “Ve eğer bu çağrıları rahatsızlık olarak yaşıyorsan, mahallendeki insanlarla konuşmalısın,” dedi.
Bay Römer’in, çok kültürlü mahallelerdeki insanların çoğunun ev sahibi değil, sosyal konut kiracısı olduğunun ve bu nedenle oradan taşınamayacaklarının farkında olmadığı anlaşılıyor. Ayrıca camiler yasal haklarına dayandıkları için mahalledeki insanlarla konuşmanın pek bir anlamı olmadığını da anlamıyor gibi. Bu konuyla ilgili yıllardır süren tartışmadan da hiç haberi yok gibi, çünkü şimdiye kadar komşuların şikayetleri üzerine bir caminin hoparlörle ezan okumayı durdurduğu hiç görülmedi.
Johan Derksen’in Utrecht’te bir camiye yakın oturan kızı da bu durumu yaşadı, Derksen pazartesi günü VI programında anlattı: “Ezan sesleri mahallede yankılanıyor, benim için sorun değil ama neden tüm şehir buna tanık olmak zorunda?”
Römer, tam anlamıyla bir “nimby” (not in my backyard – benim arka bahçemde olmasın) kişiliğine sahip. Bu, belli gelişmelere veya projelere karşı çıkan ama bunlar başka yerde gerçekleşirse sorun etmeyen insanlar için kullanılan bir terimdir.
IJburg’da rüzgâr türbinlerinin kurulmasına karşı çıkan protestolar nedeniyle popülerleşen bu terim, orada yaşayan insanların yaşam kalitesinin düşeceği endişesiyle türbinlere karşı çıkmalarını kapsıyordu. “Amsterdam için rüzgâr türbinleri gerekli olabilir ama IJburg bu iş için uygun bir yer değil,” diyorlardı.
Neyse ki tartışmayı dürüstçe yürüten insanlar da var. Belediye Başkanı Halsema onlardan biri. Ona göre, İslami ezan çağrısı “Allahu ekber” sözleriyle başlıyor ve bu söz birçok insan için “şiddet” çağrışımı yapıyor. “Bunu inkâr edemem ve etmek de istemem,” demişti 2019’da belediye meclisinde.
Halsema’ya göre, camiler ezan çağrısını Hollandaca yapmalı. “Eğer amacınız normalleştirmekse, bana bu tamamen mantıklı geliyor,” dedi.
Din bilimci Tamimi Arab ise o zaman şöyle dedi: “Her halükarda Müslümanlar arasında hoparlör kullanılmasının dini olarak zorunlu olmadığı konusunda geniş bir fikir birliği var.”
O zaman seküler bir ülkede ne yapılması gerektiği bence gayet açık.
Editör: Ahmet Biracı