Yaklaşık yirmi beş yıldır, Türkiye’de yayınlanan en önemli dergilerinden birisi olan Cogito dergisinin her sayısını mutlaka takip ederim. Bir kaç gün önce dergileri karıştırırken 1994 yılında çıkan KİRLENEN ÇAĞ dosyası adıyla çıkan sayısı dikkatimi çekti. Ahmet Cemal’den Enis Batur’a Hikmet Birand’tan Isaac Asimova’ya hepsi ‘’kirlenen çağ’’ i,’’kirlenen çevre’’ yi ‘’kirlenen şehir’’leri yazmışlar. Özelikle, bana göre bu ülkede yetişen en önemli felsefecilerden birisi olan Bedia Akarsu’nun ‘’İnsan ve Çevre’’ başlıklı yazısını okuyunca, Türkiye değişir mi acaba, diye o ünlü klişe sorusunu kendi kendime tekrar sordum, durdum.
Bedia Akarsu yazısında geniş olarak ‘’insanın insan olma’’ evriminden başlayarak, ilk çağlardan itibaren insanın tarihsel ilerlemesini anlatır ve sözü sanayi devrimiyle başlayan insanın ‘’kendini tüketme’’ çağı olarak nitelendirdiği çevre ve kent felaketine getirir. Bakın 1994 yılında Badia Akarsu ne yazmış; Bacon'la başlayan doğaya egemen olma tutkusu, sanayi devrimi ile birlikte doğayı sömürme tutkusuna dönüştü. Bu tutku, tüketim ekonomisini körükledi. Tüketim diye diye, doğa da insanın kendisi tükenme noktasına geldi. Ama tüketilemeyen bir şey kaldı geriye; sanayi attıkları genel olarak çöpler. Kızılderlerinin sözü doğrulanıyor günümüzde. "Bir gün kendi pisliklerinizin içinde boğulacaksınız". O noktaya gelindi dünyada da bizde de. Çevre kirlenmesi bugün baş sorunlarımızdan biri.
Tam da burada, sözü ‘’kitabın ortası’’ından alıp Mersin’e getireceğim.
Mersin’i yakından tanımam 1983 yılında Çukurova Üniversitesi’nde başlayan eğitimimle başlar. Üniversiteye başladıktan iki yıl sonra Mersin Serbest Bölgesi kurulmaya başlandı ve yanılmıyorsam 1985’lerden sonra Mersin’e yoğun bir göç başladı. Göçle birlikle büyüyen kent giderek doğudan batıya yayıldı ve 1950’lı yıllarda başlayan düzensiz ve altyapısız kent modelimize Mersin canlı bir örnek olmaya aday oldu.
Bunları neden yazıyorum?
1980’lerde Adana-Mersin arasında otoban yoktu ve hafta sonları Mersin’e TOK otobüsleri ile gelirdik. Genç bir üniversiteli olarak o günlerde Adana’dan itibaren Tarsus ve Mersin’e eski yoldan gelirken o görüntü ve çevre kirliği hep aklımın bir ucunda kalmıştır.
Otoban yapıldıktan sonra çok mecbur kalmadıkça Mersin’den Adana’ya eski yoldan gitmiyoruz. Geçen hafta yeni yapılan Çukurova Havalimanı’na gelen bir yakınımı aldıktan sonra Mersin’e eski yol olarak bilinen karayolundan geldik.
Sözü dolandırmadan söyleyeyim, otuz yılda Türkiye’nin en önemli tarım ve liman interlandı olan iki kent arasında ne değişmiş derseniz eğer, hiçbir şey derim. Özellikle Huzurkent-Mersin arasında birkaç fabrika inşaatından başka aynı manzara olduğu gibi duruyor. Mersin kent girişi ve Limanın genişlemesiyle birlikte düzensiz yayılan devasa konteyner görüntüleri başka bir felaket. Limanın çevresinde ucube gibi yükselen dikey iş merkezleri meselenin başka bir acı tablosu. Bir kentin imar durumu bu kadar mı çarpık olur? .Mersin sevdalısı Abdullah Ayan’ın hep dile getirdiği ‘’Mersin’’in sahibi yok’’ sözü boşuna değilmiş demek ki. Şehir merkezinin Pozcu’ya kayması da bambaşka bir problem yaratmış durumda. Trafik sorunu ve yine o bölgede başlayan ranta dayalı orantısız yapılaşma Mersin’in nefes almasını zorlaştırıyor.
Mersin sahipsiz, Mersin kendi çöplüğünde boğuluyor!