Ülkemiz yine, sonuçları itibariyle çök tartışmalı bir seçim sürecini daha geride bıraktı. Seçim sonuçları çok çeşitli boyutlarıyla tartışılıyor. Ve bu tartışmalar, hayli uzun bir süre daha tartışılacakmış gibi görünüyor. Tabii seçimler, demokrasinin gerekli ve zorunlu bir unsuru ve olmazsa olmazıdır. Ülkemizde de bu nedenle yapılıyor. Yapılan tartışmaları görünce ve söz konusu demokrasi olunca insanın aklına ister istemez eskilerin çokça kullandıkları “biz demokrasiyi çok severiz ama, bizim parti kazanırsa!..” betimlemesi geliyor. Demokrasi düşüncesi bize Avrupa’dan gelmiştir. Ama, demokrasi düşüncesinin evrimi ve gelişimi Avrupa’dan çök farklı bir seyir izlemiştir. Ne yapılırsa yapılsın ne yazık ki demokrasi düşüncesi, bütün kurum ve kurallarıyla tabana yayılamamış ve halka mal edilememiştir. Bunun elbette ki çok çeşitli nedenleri vardır. Bu nedenlerin en başında toplumsal kültür ve toplumsal yapı farklılıkları gelmektedir. Bilindiği gibi, bizim ülkemizde kökenleri ta Türklerin Anadolu’ya ayak bastıkları 1071 tarihine kadar uzanan ikili bir toplumsal yapı ve ikili bir toplumsal gündem vardır. Kısaca söyleyecek olursak, büyük halk kesimleri, her zaman geçinebilmek için işleriyle güçleriyle uğraşırlarken, ekonomik ve siyasal elitler ise, her zaman siyasal iktidarı elde edebilmek ve elde ettikleri siyasal iktidarı hiçbir şekilde ellerinden çıkarmamak için mücadele etmektedirler. Ne yazık ki ülkemizde, yine benzer bir süreç yaşanmaktadır. Dar gelirli ve yoksul geniş halk kesimleri, çoluk çocuklarıyla geçinebilmek ve ayakta kalabilmek için canlarını dişlerine takmışlar var güçleriyle çalışıp didinirlerken; siyasal elitler ise, siyasal iktidarlarını, ayrıcalıklı siyasal konumlarını ve sahip oldukları makam ve mevkilerini kaybetmemek için var güçleriyle giriştikleri, kıyasıya bir mücadeleyi sürdürmektedirler. Bu süreç bizlere, bir anlamda doğalmış gibi görünüyor. Çünkü dünyanın tüm çağdaş ülkeleri, adına demokrasi dediğimiz bir yönetim biçimiyle yönetiliyorlar. Ve tüm bu ülkelerde yöneticiler, belirli aralıklarla yapılan seçimlerle belirleniyorlar. Türkiye ise, işte tam da bu noktada öteki dünya ülkelerinden ayrışıyor. Şöyle bir düşünecek olursanız, bugün dünyada Birleşmiş Milletlere üye 250’den fazla ülke vardır. Sorarım sizlere! Bu ülkelerin hangisinde seçim sürecinde bizim ülkemizdeki tartışmalara benzer tartışmalar yaşanıyor? Elbette ki hiç birisinde böyle bizdekine benzer afaki ve soyut, ülke gerçeklerimden uzak, siyasal etikten, siyasal nezaket ve zarafetten yoksun tartışmalar yaşanmıyor. Öteki ülkelerde seçim süreci, patırtısız gürültüsüz, adeta bir karnaval ve şenlik havasında sürdürülüyor. Siyasal iktidarların el değiştirmesi ise tamamen doğal sayılıyor. Siyasal rekabet, dünyanın hiçbir ülkesinde bizim ülkemizde olduğu gibi adeta bir kan davasına döndürülerek kinle, nefretle, ötekileştirerek ve düşmanlaştırarak yapılmıyor. Seçim sonuçları bizdeki gibi ekonomik ve sosyal çalkantılara neden olmadan, büyük bir sessizlik içerisinde ve patırtısız gürültüsüz bir şekilde kabul ediliyor. Ve büyük bir olgunlukla içselleştirilerek sindiriliyor. Tabii bu durumun çok çeşitli nedenleri vardır. Bu nedenlerin en başında, bizim ülkemizde parlamenter demokratik sisteme hazırlıksız ve alt yapısız bir şekilde, alel acele geçilmiş olması gelmektedir. Türkiye’de, Cumhuriyet döneminde çok partili yaşama II. Dünya Savaşı’ndan sonra 1946 Yılında yapılan seçimlerle geçilmiştir. Açık oy, gizli sayım prensibiyle yapılan bu seçime siyasi tarihimizde “Ayıplı Seçim” adı verilmiştir. Bu seçimle birlikte, siyasi iktidara gelebilmek için tek başına “oy” un önemi ortaya çıkmıştır. Bu nedenle siyasal partilerimizde, siyasal iktidara gelebilmek ve oy alabilmek için her yol mübahtır gibi Makyavelist ve oportünist bir anlayış hâkim olmuştur. Ne yazık ki demokratik ve etik olmayan bu anlayış, bugün de varlığını aynı şekilde sürdürmektedir. Demokrasi en genel tanımıyla “halkın kendi kendini yönetmesidir.” Çok geniş siyasal ve yönetsel bir kavram olan demokrasinin çok çeşitli tanımları vardır. Abraham Lincoln 1864 yılında verdiği bir söylevde demokrasiyi “halkın, halk tarafından, halk için yönetimi” olarak tanımlamıştır. Atatürk, Medeni Bilgiler kitabına esas olan notlarında “Demokrasi Prensibi”ni halk devleti, halk yönetimi, halkın kendi yazgısına ve geleceğine egemen olması anlamında kullanmıştır. Atatürk demokrasiyi “ulusal egemenlik” olarak ele almış ve irade ve egemenliğin, ulusun tümüne ait olduğu, ulusal egemenliğin başka yerde aranamayacağı, siyasal gücün ve egemenliğin meşruiyet kaynağını halktan aldığı yönetim biçimi şeklinde tanımlamıştır. Genel kabul görmüş bir başka yaklaşıma göre demokrasi, yöneticilerin adil, özgür ve düzenli seçimler yoluyla halk tarafından ve halkın içinden seçildiği yönetim biçimi olarak da tanımlanmaktadır. Demokratik ülkelerde, elbette ki yöneticilerin belirli aralıklarla kurulan
seçim sandıklarıyla belirlenmesi kaçınılmaz, olmazsa olmaz ve zorunlu bir kuraldır. Ama, sandığın kurulması demek ille de en çok oyu alanın seçilip başa geçmesi demek değildir. Demokratik sistemlerde sandığın kurulmasından amaç, seçime giren siyasal partideki, o siyasal partiyi temsil yeteneği en yüksek, en yetenekli, en donanımlı, en erdemli, en bilgili ve en liyakatli üyelerin seçilmesini sağlamaktır. Böylelikle toplum; toplumun krema tabakası tarafından ve beşerî sermayenin en iyi yetişmiş beyinleri tarafından yönetilir. Bundan en büyük yararı, nitelikli bir şekilde yönetilen toplum sağlar. Aksi takdirde sandık, en liyakatliyi seçemiyorsa; vasatlar, kasaba kurnazları, her devrin adamı ilkesizler, paragöz servet düşkünleri, makyavelistler, oportünistler ve kifayetsiz muhterisler gibi istenmeyen özelliklere sahip ayak takımı iş başına gelir ki, budan da en büyük zararı yine ülke ve toplum görür. Siyasal sistem bozularak “Oklokrasi’ye (ayak takımının siyasal iktidarı)” doğru evrilir ki, bu da hiç istenmeyen bir durumdur. Ünlü İngiliz Devlet Adamı Winston Churchill diyor ki, “demokrasi, mükemmel ve kusursuz bir yönetim biçimi değildir. Ancak bugün için bu yönetim biçiminden daha iyisi yoktur.” Bu nedenle demokrasi, günümüzün çağdaş toplumları için vazgeçilemez bir yönetim biçimi olmuştur. Demokrasiye ilişkin tıpkı bir vecize gibi çok sık tekrarlan klasik bir tanım vardır. Buna göre; “demokrasi, kurumlar ve kurallar rejimidir.” Demokrasi, her ne kadar bir ülkedeki Anayasalarla, yasalarla ve yönetmeliklere belirlenen bir yönetim biçimi olsa da demokrasinin bir de yasal boyutundan farklı, kültürel boyut dediğimiz önemli bir özelliği daha vardır. Bu da şu anlama gelir ki; demokrasi aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Yani o ülkede yaşayan insanların çok büyük bir çoğunluğu demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak içselleştirememişlerse; o ülkede demokrasiyi yerleştirmek oldukça güçtür. Demokrasi, yüksek karakterli, iyi eğitimli, bağımsızlık tutkunu, kendi kararlarını kendisi verebilen, Anayasal yurttaşlığı özümsemiş, yasalar önünde özgürlüğe ve eşitliğe inanmış, kimlikli ve kişilikli yurttaşların rejimidir. Demokrasi ailede ve okulda başlar. Aile yapısı demokratik olmayan, geleneksel, ataerkil, ergil ve verili toplumlar, demokrasinin yerleşmesi için uygun toplumlar değildir. Böyle toplumlarda otoriter eğilimler yaygınlaşır. Ne yazık ki ülkemizde kültürel boyutunda demokrasi halka mal edilememiş ve toplumda egemen bir demokrasi kültürü oluşturulamamıştır. Demokratik bir aile yapısı kurulamamış, demokratik bir eğitim sisteminde demokrasi eğitimi verilememiş ve ülkemizde demokratik düzeni kurması beklenen siyasal partilerimizde bile parti içi demokrasi bir türlü hayata geçirilememiştir. Demokrasinin bir de ekonomik alt yapısı vardır. Bir toplumun demokratik bir toplum olabilmesi için milli gelirden kişi başına düşen payın 25 Bin doların üzerinde olması, servet ve gelirin ise, nispeten dengeli ve adil bir şekilde dağıtılması ve toplumda yaşayan her bireyin çok güçlü sosyal güvenlik sistemleriyle güvence altına alınmış olması gerekmektedir. Oysa ülkemizde son yapılan istatistiklere göre üst gelir grubuna mensup sadece 13 bin kişinin serveti ve millî gelirden aldığı payın toplamı 40 milyon kişinin servetine ve milli gelirden aldığı gelirin toplamına eşittir. İşçilerin, memurların emeklilerin, dar gelirli ve yoksul halk kesimlerinin TBMM’de temsil oranları ise sadece %1’dir. Demokrasi, yaygın olarak bilinenin aksine, sandıkta en çok oyu alanın her istediğini yaptığı bir yönetim biçimi değildir. O toplumda, en azınlık siyasi görüşlerin bile kendilerini güvenlik içerisinde, özgürce ifade edebildikleri bir rejimdir. İnsan haklarına saygılı olmayan, hukukun üstünlüğüne inanmayan ve kısacası demokratik ve laik olmayan toplumlarda demokratik sistem kâğıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Doğrudan demokrasi, temsili demokrasi, çoğulcu demokrasi, liberal demokrasi, askeri demokrasi, sosyalist demokrasi, düşük yoğunluklu demokrasi ve militan demokrasi gibi pek çok demokrasi türünden söz edilebilir. Ancak bir toplumda demokrasinin asgari ekonomik, siyasal ve sosyal alt yapısı yoksa, demokrasi kültürü gelişmemişse, demokrasi sadece sandığa ve seçimlere indirgenmişse ve o ülke bir şekilde sandıktan çıkanın ülkeyi dilediğince yönettiği bir ülke haline gelmişse; o ülkede gerçek anlamda bir demokrasiden söz edilemez. Sonuçta ülkemizin ortalama olarak 250 yıllık bir demokrasi mücadeleleri tarihi ve birikimleri vardır. Bazen kesintilere uğrasa ve inişli çıkışlı bir seyir izlese de bu demokrasi mücadelesi devam etmektedir. Bu nedenle, bizim ülkemiz de eninde sonunda sandığa indirgenmiş biçimsel demokrasiden kurtulacak ve bütün kurum ve kurallarıyla noksansız işleyen gerçek bir demokratik düzene bir gün mutlaka kavuşacaktır.
MEÜ. E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL