Ülkemiz yine, belirsizliklerle dolu ve ilginç bir seçim sürecine girdi. Seçim tarihi olarak 14 Mayıs tarihi açıklandı. Ama, ortada henüz seçim tarihine ilişkin resmi bir karar ve yasal düzenleme yok. Siyasal iktidar, bir yandan seçim kampanyasını sürdürürken diğer yandan da seçim takvimini ve seçim sürecini kendisi için en elverişli olacak biçimde ayarlamaya çalışıyor. Anayasa ve seçim hukuku konularında uzman hukukçular arasında mevcut Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 3. Kez Cumhurbaşkanı seçilip seçilemeyeceği konusunda hararetli bir tartışma yaşanıyor. Bu en önemli aday konusu bile henüz netlik kazanmış değil. Millet İttifakı, bir yandan Cumhurbaşkanı adayını belirleme görüşmelerini sürdürürken diğer yandan da çok iddialı bir şekilde hazırlanan “Ortak Politikalar Mutabakat Metni”ni açıklıyor. Emek ve Özgürlük ittifakı ise gelişmelere göre alacağı tavrı belirleyebilmek için çabalayıp duruyor. Kısacası halkımız için, o ünlü arabesk “Elveda meyhaneci” şarkısında dile getirildiği gibi “…ne yerde ne gökteyim, bir garip seferdeyim…” dercesine garip bir süreç yaşanıyor. Çünkü bizim ülkemizde kökenleri ta Türklerin Anadolu’ya ayak bastıkları 1071 tarihine kadar uzanan ikili bir toplumsal yapı ve ikili bir toplumsal gündem vardır. Kısaca söyleyecek olursak, büyük halk kesimleri, her zaman geçinebilmek için işleriyle güçleriyle uğraşırlarken, ekonomik ve siyasal elitler ise, her zaman siyasal iktidarı elde edebilmek ve elde ettikleri siyasal iktidarı hiçbir şekilde ellerinden çıkarmamak için mücadele etmektedirler. Ne yazık ki ülkemizde, yine benzer bir süreç yaşanıyor. Dar gelirli ve yoksul geniş halk kesimleri, çoluk çocuklarıyla geçinebilmek ve ayakta kalabilmek için canlarını dişlerine takmışlar var güçleriyle çalışıp çabalarlarken; siyasal elitler ise, seçim sürecini en iyi şekilde değerlendirerek siyasal iktidarı kaybetmemek ya da yeniden siyasal iktidara gelebilmek için var güçleriyle giriştikleri, kıyasıya bir mücadeleyi sürdürmektedirler. Bu süreç bizlere, bir anlamda doğalmış gibi görünüyor. Çünkü dünyanın tüm çağdaş ülkeleri, adına demokrasi dediğimiz bir yönetim biçimiyle yönetiliyorlar. Ve tüm bu ülkelerde yöneticiler, belirli aralıklarla yapılan seçimlerle belirleniyorlar. Türkiye ise, işte tam da bu noktada öteki dünya ülkelerinden ayrışıyor. Şöyle bir düşünecek olursanız, bugün dünyada Birleşmiş Milletlere üye 250’den fazla ülke vardır. Sorarım sizlere! Bu ülkelerin hangisinde seçim sürecinde bizim ülkemizdeki tartışmalara benzer tartışmalar yaşanıyor? Elbette ki hiç birisinde böyle bizdekine benzer Anayasa, seçim kanunu, adaylık, seçim güvenliği ve seçim takvimi gibi konular üzerinde gerilimli ve nafile tartışmalar yaşanmıyor. Öteki ülkelerde seçim süreci, patırtısız gürültüsüz, adeta bir karnaval ve şenlik havasında sürdürülüyor. Siyasal iktidarların el değiştirmesi ise tamamen doğal sayılıyor. Siyasal rekabet, dünyanın hiçbir ülkesinde bizim ülkemizde olduğu gibi adeta bir kan davasına döndürülerek kinle, nefretle, ötekileştirerek ve düşmanlaştırarak yapılmıyor. Seçim sonuçları bizdeki gibi toplumsal çalkantılara neden olmadan, büyük bir sadelikle ve patırtısız gürültüsüz bir şekilde kabul edilerek sindiriliyor. Tabii bu durumun çok çeşitli nedenleri var. Bu nedenlerin en başında, bizim ülkemizde parlamenter demokratik sisteme hazırlıksız ve alt yapısız bir şekilde, alel acele geçilmiş olması geliyor. Türkiye’de, Cumhuriyet döneminde çok partili yaşama 2. Dünya Savaşından sonra 1946 Yılında yapılan seçimle geçilmiştir. Açık oy, gizli sayım prensibiyle yapılan bu seçime siyasi tarihimizde “Ayıplı Seçim” adı verilmiştir. Bu seçimle birlikte, siyasi iktidara gelebilmek için “oy” un önemi ortaya çıkmıştır. Bu nedenle siyasal partilerimizde, siyasal iktidara gelebilmek ve oy alabilmek için her yol mübahtır gibi Makyavelist bir anlayış hâkim olmuştur. Ne yazık ki demokratik ve etik olmayan bu anlayış, bugün de varlığını aynı şekilde sürdürmektedir. Demokrasi en genel tanımıyla “halkın kendi kendini yönetmesidir.” Çok geniş siyasal ve yönetsel bir kavram olan demokrasinin çok çeşitli tanımları vardır. Genel kabul görmüş bir başka yaklaşıma göre demokrasi, yöneticilerin adil, özgür ve düzenli seçimler yoluyla halk tarafından ve halkın içinden seçildiği yönetim biçimi olarak da tanımlanmaktadır. Demokratik ülkelerde, elbette ki yöneticilerin belirli aralıklarla kurulan seçim sandıklarıyla belirlenmesi kaçınılmaz, olmazsa olmaz ve zorunlu bir kuraldır. Ama, sandığın kurulması demek ille de en çok oyu alanın seçilip başa geçmesi demek değildir. Demokratik sistemlerde sandığın kurulmasından amaç, seçime giren siyasal partideki, o siyasal partiyi temsil yeteneği en yüksek, en yetenekli, en donanımlı, en erdemli, en bilgili ve en liyakatli üyelerin seçilmesini sağlamaktır. Böylelikle toplum; toplumun krema tabakası tarafından ve beşerî sermayenin en iyi yetişmiş beyinleri tarafından yönetilir. Bundan en büyük yararı, nitelikli bir şekilde yönetilen toplum sağlar. Aksi takdirde sandık, en liyakatliyi seçemiyorsa; vasatlar, kasaba kurnazları, her devrin adamı ilkesizler, paragöz servet düşkünleri, makyavelistler, oportünistler ve kifayetsiz muhterisler gibi istenmeyen ayak takımı iş başına gelir ki, budan da en büyük zararı yine ülke ve toplum görür. Ünlü İngiliz Devlet Adamı Winston Churchill diyor ki, “demokrasi, mükemmel ve kusursuz bir yönetim biçimi değildir. Ancak bugün için bu yönetim biçiminden daha iyisi yoktur.” Bu nedenle demokrasi, günümüzün çağdaş toplumları için vazgeçilemez bir yönetim biçimidir. Demokrasiye ilişkin tıpkı bir vecize gibi çok sık tekrarlan klasik bir tanım vardır. Buna göre; “demokrasi, kurumlar ve kurallar rejimidir.” Demokrasi, her ne kadar bir ülkedeki Anayasalarla, yasalarla ve yönetmeliklere belirlenen bir yönetim biçimi olsa da demokrasinin bir de yasal boyutundan farklı, kültürel boyut dediğimiz önemli bir özelliği daha vardır. Bu da şu anlama gelir ki; demokrasi aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Yani o ülkede yaşayan inşaların çok büyük bir çoğunluğu demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak içselleştirememişlerse; o ülkede demokrasiyi yerleştirmek oldukça zordur. Demokrasi, yüksek karakterli, iyi eğitimli, bağımsızlık tutkunu, kendi kararlarını kendisi verebilen, Anayasal vatandaşlığı özümsemiş, yasalar önünde özgürlüğe ve eşitliğe inanmış, kimlikli ve kişilikli yurttaşların rejimidir. Demokrasi ailede ve okulda başlar. Aile yapısı demokratik olmayan, geleneksel, pederşahi, ergil ve verili toplumlar, demokrasinin yerleşmesi için uygun değildir. Böyle toplumlarda otoriter eğilimler yaygınlaşır. Demokrasinin bir de ekonomik alt yapısı vardır. Bir toplumun demokratik bir toplum olabilmesi için milli gelirden kişi başına düşen payın 25 Bin doların üzerinde olması, servet ve gelirin ise, nispeten dengeli ve adil bir şekilde dağıtılması ve toplumda yaşayan her bireyin çok güçlü sosyal güvenlik sistemleriyle güvence altına alınmış olması gerekmektedir. Demokrasi, yaygın olarak bilinenin aksine, sandıkta en çok oyu alanın her istediğini yaptığı bir yönetim biçimi değil; o toplumda en marjinal siyasi görüşlerin bile kendilerini güvenlik içerisinde, özgürce ifade edebildikleri bir rejimdir. İnsan haklarına saygılı olmayan, hukukun üstünlüğüne inanmayan ve kısacası demokratik ve laik olmayan toplumlarda demokratik sistem kâğıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Doğrudan demokrasi, temsili demokrasi, çoğulcu demokrasi, liberal demokrasi ve askeri demokrasi gibi pek çok demokrasi türünden bahsedilebilir. Ancak bir toplumda demokrasinin asgari ekonomik, siyasal ve sosyal alt yapısı yoksa, demokrasi kültürü gelişmemişse, demokrasi sadece seçimlere indirgenmişse ve bir şekilde sandıktan çıkanın ülkeyi dilediğince yönettiği bir ülkede gerçek anlamda demokrasiden söz edilemez. Bu şekilde demokrasinin şeklen kâğıt üzerinde kaldığı yönetim biçimlerine olsa olsa halkımızın çok güzel bir benzetmeyle kış ortasında beliren güzel havaları “yalancı bahar” şeklinde nitelendirmesine benzer şekilde “yalancı demokrasi” olarak tanımlayabiliriz. Umarız ve bekleriz ki 14 Mayıs seçimleri, ülkemiz üzerinde dolaşan bu “yalancı demokrasi” havasının bir an önce dağılmasını sağlar ve ülkemizde gerçek ve gelişmiş bir demokrasinin kurulması mücadelesinde yeni ve umutlu bir başlangıç olabilir.
MEÜ. E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL