Türk Halk Müziğini seven hemen hemen herkesin büyük bir beğeniyle dinlediği, inceden inceye gönül tellerimize dokunan ünlü bir Erzincan türküsü “Derdim çoktur, hangisine yanayım?” sözleriyle başlıyor. Ne yazık ki bizler de özellikle son zamanlarda tıpkı bu deyişin sözlerinde olduğu gibi, hangisine yanacağımızı bilemediğimiz dertlerle boğuşup duruyoruz. Güneyimizdeki, neredeyse milyonlarca insanı yerinden yurdundan eden, hemen hemen 50 Bin insanın öldüğü İsrail-Filistin Savaşı, Lübnan, Suriye ve İran’ı da içerisine çekerek genişliyor. Kuzeyimizde adeta bir kör döğüşüne dönüşen Ukrayna-Rusya Savaşı da hız kesmeden aynı tempoda devam ediyor. Tabii bu kanlı savaşlardan hem ülke hem toplum ve hem de birey olarak etkilenmememiz söz konusu bile değildir. Şimdilik bu savaşlar en azından hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısı olarak yaşamlarımızı zorluyor. Zaten gittikçe zorlaşan hayatlarımızı daha da çekilmez hale getiriyor. Ülke içerisinde, deyim yerindeyse adeta bir kan davasını andıran siyasi çekişmeler, ortalama ve sade yurttaşlarımızın ve işinde gücünde sessiz halk yığınlarının yakın gelecekte işlerin düzeleceğine ilişkin umutlarını neredeyse tüketiyor. Ülkemiz bugüne kadar misli ve emsali görülmemiş bir toplumsal şiddet sarmalına girmiş bulunuyor. Kadın ve çocuk cinayetlerinin ve intiharların artış hızı bir türlü durdurulamıyor. Hele son günlerde haber ajanslarından duyduğumuz ve televizyonlarımızdan izlediğimiz, hastanelerin yeni doğan ünitelerindeki 12 bebeğin para ve kar hırsıyla ölüme terk edilmeleri skandalı akıllara durgunluk veriyor. Neden ve sonuçlarıyla birlikte başlı başına incelenmeye ve irdelenmeye muhtaç olan bu müessif olay, çeşitli sosyal ve siyasal bilimciler tarafından son zamanlarda ülkemizde belirtilerini sıklıkla görmeye başladığımız sosyal patlamanın, toplumsal anominin, toplumsal şizofreni ve sosyal cinnetin, toplumsal çürüme ve kokuşmanın vardığı boyutları gösteren en son ve en somut örnek olarak değerlendiriliyor. Ülkemiz ve halkımız tam da bu taş devri barbarlığını aratmayan canavarca işlenmiş cinayetlerle uğraşırken, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 22 Ekim Salı günü partisinin Meclis Grup Toplantısı'nda yaptığı konuşma ülke gündemine adeta bir bomba gibi düştü. Söz konusu bu konuşmasında Bahçeli, 1999'da idam cezasına çarptırılan, cezası ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrilen ve 25 yıldır İmralı Cezaevi'nde bulunan PKK lideri Abdullah Öcalan'ı kast ederek Öcalan için, "Terörist başının tecridi kaldırılırsa gelsin TBMM’de DEM Parti Grup Toplantısı'nda konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın" ifadelerini kullanmış ve konuşmasını: "Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse, 'umut hakkı'nın kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın. Ne Kandil ne de Edirne; adres İmralı’dan DEM’e uzansın, bu ağır ve tarihi terör sorunu ülke gündeminden tamamen çıkarılsın." Sözleriyle sürdürmüştü. Bahçeli'nin, kamuoyunun önemli bir kısmı tarafından hayret ve şaşkınlıkla izlenen bu sözleri sonrası, bazı hukukçular ve entelektüeller arasında bilinen ama geniş halk kesimleri tarafından pek fazlaca bilinmeyen “Umut Hakkı” kavramı da Türkiye gündeminde sıklıkla tartışılan bir kavram haline geldi. Bu gelişmeden 5 gün sonra bu kez de CHP Genel Başkanı Özgür Özel, partisinin 27 Ekim Pazar günü İstanbul’da düzenlediği “Teröre ve Şiddete Karşı Yaşam Hakkı Mitingi”nde konuştu. Söz konusu konuşmasında Özel, “Bugün yaşam hakkı için buradayız. Bugün yaşam hakkını savunmak için buradayız. Bu iktidar Türkiye'yi herkes için güvensiz hale getirmiştir. Bu iktidar yurttaşlarını koruyamamaktadır. Kadınlarımız güvende değildir. Çocuklarımız güvende değildir. Yeni doğan bebeklerimiz bile güvende değildir. 2022’de erkekler tarafından 334 kadın, 2023’te 315 kadın, 2024’ün sadece ilk on ayında 325 kadın hayatının baharında hayattan koparıldılar.” Şeklindeki sözleriyle Türkiye’deki Toplumsal şiddet ve terör sorunuyla ilgili ayrıntılı bilgiler verdi. Ve “Yaşam Hakkı” kavramına sıklıkla vurgu yaparak, bu kavramı ön plana çıkardı. Böylelikle, özellikle çağımızda tüm insanlar için her açıdan çok büyük önem taşıyan İnsan hakları bağlamında “Yaşama Hakkı” ve “Umut Hakkı” gibi kavramlar kamuoyu gündeminde ön plana çıktı ve çeşitli biçimlerde tartışılmaya başlandı. İnsan hakları dediğimiz haklar; insanların, yalnızca insan olarak dünyaya gelmekle kazandıkları, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez nitelikteki evrensel haklardır. Çeşitli evrensel beyannamelerde ve uluslararası anlaşmalarda yer alan bu haklar bir başka biçimde yaş, cinsiyet, etnik köken, din gibi sınırlandırmalar olmaksızın bireyin sadece insan olmasından dolayı kendisine sağlanan haklar olarak da tanımlanmaktadır. Uygarlık tarihindeki gelişim aşamaları esas
alınarak yapılan sınıflandırmada dört kuşak insan hakkından söz edilmektedir. İnsan hakları, çeşitli düşünürler tarafından değişik biçimlerde sınıflandırılmıştır. Ancak, bu haklar arasındaki en önemli hak, Yaşama Hakkıdır. Yaşama hakkı, hem insan haklarının temelini oluşturması açısından önemlidir, hem de insan hakları anlayışındaki tarihsel gelişim sürecinin izlenmesi açısından ölçüt alınabilecek bir haktır. Çağdaş demokrasilerde özgürlüklerin sahip olduğu ayrıcalıklı konuma bakıldığında; günümüzde rejimin demokratik niteliğinin bireylere sağlanan özgürlükleri güvence altına alan yasaların niteliğiyle yakından ilgili olduğu görülmektedir. Yaşama hakkı, en temel haktır. Bu hak karşısında diğer haklar, ikincil haklar konumundadır. Diğer tüm hakların kullanımı ve varlığı Yaşama Hakkına bağlıdır. Bu yönüyle yaşama hakkı mutlak bir haktır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi yaşama hakkını dokunulmaz, vazgeçilmez ve devredilmez temel haklar arasında saymıştır. Bu nedenle, Anayasamız da devleti, temel bir hak olan yaşama hakkını güvence altına alacak önlemleri almakla görevlendirmiştir. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in partisinin 27 Ekim Pazar günü İstanbul’da düzenlediği ve siyasi tarihimizde ilk olması nedeniyle tarihi nitelik taşıyan “Teröre ve Şiddete Karşı Yaşam Hakkı Mitingi”nde yaptığı konuşmada; Türkiye’de herkes için yaşama hakkının güvencelerinin zayıfladığını belirtmesi hepimiz için çok anlamlı ve çok uyarıcı olmuştur. Böylelikle yaşama hakkı, daha uzunca bir süre daha tartışılacak önemli bir konu olarak kamuoyunun gündemindeki öncelikli yerini almıştır. Yine çok tartışmalı güncel bir kavram olan Umut Hakkı ise; “müebbet hapis cezası alan ve yaşadığı süreç boyunca cezasının bitmesi mümkün gözükmeyen kişinin cezasının değerlendirilmesi durumu” olarak tanımlanmaktadır. Bir ceza hukuku kavramı olarak umut hakkı ilk olarak Alman Federal Anayasa Mahkemesinin 1977 Haziran ayında aldığı bir kararında şu şekilde ifade edilmiştir: Umut Hakkı, “Tahliye olanağı bulunmayan müebbet hapis cezasının “mahkûmun salt bir nesneye indirgenmesi ve dolayısıyla özgürlüğünün elinden alınması nedeniyle tutuklunun yaşama tutunabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için tahliye umudunu taşıması gerekliliğidir.” İşte bu gerekliliğe Umut Hakkı adı verilmektedir. AİHM’e göre bu hak, her müebbet hapis cezası mahkumunun tahliye edilmesi gerektiği anlamına gelmemektedir. Umut Hakkı, bu durumdaki mahkûmların salıverilme olanağına sahip bulunup bulunmadığına bakılmasıdır. AİHM Kişinin cezasının zaman zaman gözden geçirilmesini ve bu şekilde kişinin bir gün cezaevinden çıkma umudunun canlı tutulması gerektiğini düşünmektedir. Çünkü, ceza ve kamu koruması, bir hapis cezasının önemli unsurları olmakla birlikte, baştan itibaren mahkûmun rehabilitasyonunu ve topluma geri dönüş umudunu dışlamakta ve mahkûmu etkili bir şekilde insanlıktan çıkarmaktadır. Umut hakkı, tüm müebbet hapis cezası mahkumlarının er ya da geç serbest bırakılması gerektiği anlamına gelmemektedir. Ancak cezaların ileriki aşamalarda ve belirli sürelerde incelenmeye ve gözden geçirmeye tabi tutulabilmesi olanağıdır. AİHM bu süreyi “Vinter” kararında 25 yıl olarak değerlendirmiştir. Bu süre gerek Avrupa Hukukunda ve gerekse Uluslararası Hukukta desteklenen bir fikir olarak genel kabul görmüştür. Avrupa ülkelerinde ve Türk Hukukunda Umut Hakkı yazılı bir kural olarak düzenlenmemiştir. Bu hak, bir içtihat olarak AİHM’in bazı kararlarında yer almaktadır. Türkiye’de bugüne kadar hiçbir müebbet mahkûm umut hakkından yararlanmamıştır. Umut Hakkına ilişkin yasal düzenleler kısaca bu şekildedir. Peki Bahçeli’nin açıklamasında belirttiği gibi Abdullah Öcalan, Umut Hakkından yararlanıp, koşullu salıverilme uygulamasından yararlanabilir mi? Önemli Ceza Hukukçularımızdan Prof. Dr. ERSAN Şen’in yorumuna göre, Abdullah Öcalan’ın koşullu salıverilmeden yararlanabilmesi için cezasının en az 36 yılını ceza infaz kurumunda geçirmesi gerekecektir. Bu görüşe göre; 15 Şubat 1999 tarihinde yakalanan Abdullah Öcalan’ın, diğer şartların varlığı halinde, 15 Şubat 2035 tarihinde koşullu salıverilmeden faydalanması mümkün gözükmektedir. Bu tarihten önceki bir salıverme uygulamasının yapılabilmesi için, için MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin söz konusu bu konuşmasında belirttiği gibi “umut hakkı'nın kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü açılmalıdır.” Böyle bir uygulamaya karar verebilecek olan tek güç siyasal irade ve tek organ ise TBMM’dir. Öyle görünüyor ki, Yaşama ve Umut Hakkına ilişkin tartışmalar epeyce uzun bir süre daha kamuoyumuzu meşgul etmeye devam edecektir.
MEÜ. E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL