Siyaset belli bir felsefi düşünce temelinde ülkeyi ve toplumu daha huzurlu daha istikrarlı bir geleceğe hazırlama işidir. Bunun için yapılırsa siyaset anlamlı, onurlu bir iştir. Örgütlenme, yönetim, basın yayın, her iki alanın kesişme noktalarıdırlar. Siyaset mesleki etik, liyakat üzerinde yükselir.

ALİ TÜRER

Siyaset belli bir felsefi düşünce temelinde ülkeyi ve toplumu daha huzurlu daha istikrarlı bir geleceğe hazırlama işidir. Bunun için yapılırsa siyaset anlamlı, onurlu bir iştir. Örgütlenme, yönetim, basın yayın, her iki alanın kesişme noktalarıdırlar. Siyaset mesleki etik, liyakat üzerinde yükselir.

Ama yazık ki ülkemizde Siyaset deyince aklımıza gelen bu değil. Geçmişten gelen alışkanlıklarımız, hastalıklarımız var. Siyaset bireysel ya da grupsal ikbal, güç, rant elde etmek için yapılıyor. Çünkü siyaset içinde yer alan liderler modern eğitim içinde devleti kurtarmak üzere yetiştirildiler. Devleti kurtarmanın anlamı zaman içinde kendini kurtarmaya dönüştü.

Hepsinin bağlı oldukları kutsalları var. Diğerlerinin duyguları, ihtiyaçları, verdikleri yaşama mücadelesi, mağduriyetleri, hakları, hukukları umurlarında değil. Kimlik siyaseti içinde sıkışıp kalmışlar.

Diğerlerine zarar verecek her türlü ayak oyununu, köşe kapmayı, polemiği, gündem değiştirmeleri, gündem yaratmaları siyaset sayıyorlar. Artık sanat, sanat olmaktan; meslek, meslek olmaktan çıkıyor. Hitler’in toplama kamplarında, gaz odalarında gönüllü görev yapan doktorları hatırlayın.

Bugün (1 Eylül 2024) Sözcü, “İsmet Paşanın Kürt Raporu” adıyla yayınlanan bir kitabın özetini, gazete eki olarak verdi. Reklamını Televizyonlarda görünce, merak ettim alıp bir okuyayım dedim, İsmet Paşa Kürt meselesi üzerine ne demiş. Hayal kırıklığına uğradım.

İsmet Paşa 1935 yılında Güney Doğu Anadolu bölgesini dolaşmış, bir rapor hazırlamış. Raporunda, o dönemde Suriye’yi, Fırat havzasını kontrolü altında tutmaya çalışan Fransa’nın Türkiye’ye karşı bir takım faaliyetler içinde olduğunu, bölgeyi kontrol etme amacıyla bazı Kürt, Arap, Türk, Ermeni gruplarını kullandığını, bu grupları Türkiye’ye karşı kışkırttığını anlatıyor. Bu tür faaliyetlerin önünü kesmek için ne gibi tedbirlerin alınması gerektiği konusunda düşüncelerini açıklıyor. Yani raporu Kürtler ile ilgili değil, Fransa’nın bölgedeki emelleri ile ilgili. Raporu okuyan herkes bunu rahatlıkla görür.

Kitabın yazarı bu rapordan neden sadece Kürt unsurları alıyor, rapora başlık yapıyor. Neden Fransa’nın kullandığı diğer unsurlardan birini almamış?  Sözcü bu raporu, neden “İsmet Paşa’nın Kürt Raporu” olarak yayımlıyor? Bunun Kürtler ile ilgili bir rapor olmadığı çok açık. Gazete bunu neden yapıyor?

Belli ki gazete, güttüğü kimlik siyaseti yolunda Suriye’deki durum üzerine mesajını vermek üzere İsmet Paşa’nın 1935 de kaleme aldığı raporu kullanışlı bulmuş. Bunun başka bir açıklaması olamaz.

Suriye’de Kürt halkının var olma mücadelesini görmezden gelir, PYD’nin Amerika’dan aldığı desteği öne çıkarır, Kürtlerin Suriye’deki varlığını, Türkiye’ye karşı bir tehdit olarak görebilirsiniz. Bu milliyetçi duruşu anlarım. Bu bir tartışma konusudur, tartışılır.

Ama Cumhuriyetin Kuruluşunda emeği geçen bir kişiliğin 1935’de Fransa’nın bölgedeki emelleri ile ilgili sözlerini, tam da 1 Eylül dünya barış gününde, halklar arasında husumet yaratmaya yol açacak şekilde kullanırsanız, bunu gazetecilik etiği adına anlamakta güçlük çekerim. Çünkü bel altı bir vuruş olur bu. Gazetecilik, çirkin siyasetin, elinde, araç haline gelir.

Hem de ne zaman yapıyorsunuz bunu, 1 Eylül Dünya Barış gününde.

Karşı çıktığım siyaset yapma biçimi işte bu.

Tabi bu durumda Türkiye’de egemen siyasetin her türlü hukuksuz, adaletsiz, bölücü, kamplaştırıcı, böl yönet siyasetine muhalefet etmenin ne anlamı kalıyor, Sözcü Gazetesi bunu düşünmeli.

Aynı araçları birileri kullanırken kötü, siz kullanırken iyi, böyle şey olmaz.

Meslek sahibi, yarattığı ürünün, ne amaçla, nasıl kullanıldığını gözetmekten de sorumludur. Fazıl Say bir röportajında “İşe yaradı benim müziğim mesela” diyor. Mesleki kişilik sahibi insan, gönenci, emeğinin bir işe yaramasından alır. Yaratı ortaya çıktıktan sonra, onu yaratandan bağımsızlaşır. Kendi yolculuğuna başlar. Onu herkes kullanabilir. Bu başka bir şey.

Kimlik siyasetinin bir olayı manipüle ederek kullanışlı hale getirmesine hizmet etmek, emeğini böyle bir işe koşmak ise daha başka bir şey. Bu mesleki etiğe sığmaz.

Yazık ki bu topraklarda mesleki kişilik, mesleki olgunluk, mesleki etik gibi kavramlar Avrupa ülkelerinde olduğu gibi gelişemedi. En önemli mesleğin Cihat olduğu bir yerden geliyoruz, malum.

Modern eğitimin devleti ayakta tutacak elit yetiştirmek, devlet memuru yetiştirmek için ortaya çıkmasına, tüketici insan yetiştirmeye ilk ciddi eleştirinin, İttihat Terakki liderlerinden değil de Hürriyet ve İtilaf Partisi lideri olarak kabul edilen Prens Sabahaddin’den (1915) gelmesi ilginçtir. Siyaset yapmak, İttihat Terakki üyeleri için en önemli meslekti. Bu mesleği öğretmek için İttihat ve Terakki Sultanileri kurdular.

Bence siyaset alanında yaşanan her türlü katakullinin panzehri mesleki eğitimdir.

Mesleki Kişilik sahibi olma, Mesleki olgunluk, mesleki etik gibi kavramlara hak ettiği değerin verildiği ülkede, inanın siyasi karmaşa, siyasi kavga, birbirinin gözünü oyma, birbirinin ayağını kaydırma, bu kadar olmaz. Birbirine hakaret eden liderler olmaz. Mahkemelerde bu kadar çok hakaret davası görülmez. Emek değerini bulur, ayaklar altına alınmaz.

İnsanlar bir gecede aşırı zengin hale gelemezler. Zenginlik daha hakça, daha adil bölüşülür. Herkes hakkını, hukukunu da haddini de bilir.

Emeğinin onuru ile yaşayan insan, benliğini mesleğinde bulmuş insan, başkasına haksızlık yapamaz. Kendini kullandırmaz, birinin kulu, kölesi olmaz. İnsan kullanma peşinde de koşmaz.

Arkanıza yaslanıp, içinde yaşadığımız manzara bir bakın, ne görüyorsunuz?