Ülkemizde, kurulu düzeni etkili bir şekilde sarsan ve sonuçları itibariyle mevcut siyasal yapıyı hemen hemen ters yüz eden 31 Mart seçimlerinin üzerinden neredeyse on aya yakın bir zaman geçti. Seçimi kazanan siyasi partilerin ve adayların zafer kutlamaları, sevinç ve coşkuları artık çok gerilerde kaldı. Günlük yaşam kendi doğal akışına, belediye yönetimleri olağan rutinlerine döndüler. Seçim kazanan belediye başkanları işe koyulunca acı gerçekler de bir bir ortaya çıkmaya başladı. Devralınan belediyelerde kötü yönetim ve akıl dışı harcamalar nedeniyle Türkiye’deki hemen hemen tüm belediyeler büyük bir borç bataklığına düşmüşlerdi. Yönetsel zafiyetler nedeniyle belediye hizmetlerin götürülmesinde büyük sıkıntılar yaşanıyordu. Tabii belediyeler, kanunla kurulmuş kamu tüzel kişileridir. İflas eden mahalle bakkalı Mehmet Efendi olsa ceketini alır gider. Ancak kamu hizmetlerinde süreklilik esastır. Bu nedenle hizmetlerin kesintisiz olarak sürdürülmesi gerekir. İşte bu nedenle işe yeni başlayan belediye başkanları, bir biçimde kaynak yaratacak, yönetsel zafiyetleri giderecek ve kamu hizmetlerinin sürmesini sağlayacaklardır. Doğal olarak 31 Mart yerel seçimleri, nedenleri, sonuçları ve çok çeşitli yönleriyle tartışılmakta ve irdelenmeye çalışılmaktadır. Birincisi bu seçimler sonuçları itibariyle tarihsel bir dönemeç ve kırılma noktası olmuştur. İkincisi, bu seçimler sonucunda; ülkemizde 22 yıldır tek başına iktidar olan ve birinci parti konumunu koruyan AKP ve Cumhur ittifakı partileri bu seçimle birlikte ilk defa olarak seçmen nezdindeki çoğunluklarını yitirmişler ve ikinci parti konumuna düşmüşlerdir. Ve yine bu seçimler sonucunda Türkiye’nin oy haritası değişmiş, CHP %37,67 oy oranıyla birinci parti konumuna yükselmiş ve iktidarın alternatifi haline gelmiştir. Çeşitli siyasal analistler ve uzmanlar, CHP’nin bu başarısını çeşitli gerekçelerle açıklamaktadırlar. Ancak bu uzmanların hepsi de adeta söz birliği etmişçesine seçim başarısının en büyük nedeni olarak sosyal belediyeciliği çok başarılı bir biçimde uygulayan belediye başkanlarını örnek göstermektedirler. Demek ki, seçimi kazanan aslında sosyal belediyecilik olmuştur. Belediyeler, yerel yönetim türlerinden birisidirler. Adı üzerinde yerel yönetimler, o yöre halkının yol, su, imar, katı atık yönetimi, çevre sağlığı gibi temel ve yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak ve bu çerçevede ortaya çıkan güncel sorunlarını kendi aralarında, demokratik katılımla çözümleyebilmek için oluşturdukları organizasyonlardır. Bu nedenledir ki yerel yönetimler, Anayasamızın 127. Maddesinde “il belediye ve köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılayan ve karar organları yasayla belirtilen seçmenler tarafından oluşturulan kamu tüzel kişileri” olarak tanımlanmıştır Adı üzerinde belediyeler, Anayasanın da belirttiği gibi o yer halkının genel ve ortak ihtiyaçlarını karşılayan kuruluşlardır. Bu nedenledir ki Türkiye’de belediyeler denilince akla ilk olarak içme su şebekeleri, yol, kent içi ulaşım, kanalizasyon, katı atık yönetimi, aydınlanma ve kentsel alt yapı gibi iş ve işlemler gelmektedir. Ancak günümüzde belediyeler, bu hizmetlerin çok ötesine geçmişlerdir. Belediyelerden istenen görev ve hizmetler çok çeşitlenmiş ve artmıştır. Belediye işlevleri farklılaşmış ve çoğalmıştır. Klasik belediyecilik, geleneksel belediyecilik, Liberal belediyecilik, aristokratik belediyecilik, teokratik belediyecilik, ekolojik belediyecilik, rantçı belediyecilik, vizyoner belediyecilik gibi pek çok belediyecilik çeşidinden bahsedilebilir. Ancak bugün geldiğimiz noktada dünyanın her yerinde genel kabul gören ve yaygın olarak uygulanan belediyecilik anlayışı sosyal belediyeciliktir. Ülkemizde, söz konusu olan sosyal belediyecilik olduğunda hangi siyasi görüşten olursa olsun gelmiş geçmiş belediye başkanlarının tamamı sosyal belediyecilik yaptıklarını söylemektedirler. Ancak bunların sosyal belediyecilik adı altında yaptıkları uygulamalar arasında büyük farklılıklar vardır. Belediye başkanlarının sosyal belediyecilikten ne anladıkları sorusunun cevabı başkandan başkana değişmekte ve çok büyük farklılıklar göstermektedir? Çünkü sosyal belediyecilik kurumsallaşmadığı için adına sosyal belediyecilik denilen uygulamalar gelen, giden belediye başkanlarının keyfine ve anlayışına göre şekil değiştirmektedir. Ne yazık ki ülkemizde; sosyal belediyecilik konusunda tam bir kavram karmaşası yaşanmaktadır. Sosyal belediyecilik denilince bundan genellikle dar anlamda sosyal belediyecilik, yani dar gelirli, yoksul, muhtaç, kimsesiz, özürlü ve yaşlı kesimlere mal ve hizmet olarak yardım etmek gibi faaliyetler anlaşılmaktadır. Geniş anlamda sosyal belediyecilik ise; mal ve hizmet yardımlarını aşan, toplumsal alanda daha geniş bir yelpazeyi oluşturan eğitimden sağlığa, gençlikten spora, kent kimliği oluşturmaktan belediye-halk bütünleşmesine kadar, kent hayatının bütününü kapsamaya yönelik sosyal işlevleri yerine getiren yerel yönetim biçimidir. Sosyal belediyecilik aslında yönetsel kararlar alınırken alınan bu kararlara o yer halkının en geniş anlamda ve doğrudan doğruya katılımını sağlayan belediyecilik anlayışıdır. Geniş anlamdaki sosyal belediyecilik, ilgili bazı akademik çevreler ve küçük bir aydın azınlık dışında pek fazla bilinen bir konu değildir. Ne yazık ki, belediyelerce de üzerinde fazlaca durulmamış, hayata geçirilmesi için çaba harcanmamıştır. CHP’nin Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen başkanlığında oluşturduğu yerel yönetimler koordinatörlüğü, bu alandaki çok büyük bir ihtiyaca cevap verecek ve büyük bir boşluğu dolduracak nitelikteki belki de ilk ve tek girişim olma özelliğini taşımaktadır. Dünyada sosyal belediyeciliğin, 1601 yılında İngiltere’de çıkartılan “Yoksulluk Yasaları”yla başladığı kabul edilir. İlk sosyal belediyecilik, İngiltere’nin Glasgow şehrinde başlamıştır. 1832-1848 yılları arasında görülen kolera salgını, bu şehirde çok hızlı bir şekilde yayılmış ve sınıfsal özelliklerine bakılmaksızın herkes için bir tehdit haline gelmiştir. Yoksulluk ve sefaletin de yoğun olarak görüldüğü bu şehrin yönetimi belediyeye bırakılmıştır. Zorunlu olarak başvurulan bu model çok başarılı bir yönetim gösterdiği için İngiltere’nin öteki belediyelerinde de uygulanmaya başlanmıştır. Öteki Avrupa ülkelerine de oradan yayılmıştır. 1871 yılında kurulan Paris Komünü, sosyal belediyeciliğin Fransa’daki ilk örneği olarak kabul edilir. Paris Komünü, Paris halkının kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde söz sahibi olmalarına olanak tanıyarak şehir yönetiminde doğrudan demokrasinin uygulanabilir olduğunu göstermiştir. Mülk ve servet sahibi olmayanların tarihte ilk kez yönetici sınıf haline gelmelerini sağlayan Paris Komünü’nün Avrupa belediyeciliği üzerindeki etkileri bütün bir 20’nci yüz yıl boyunca sürmüştür. Sosyal belediyecilik, tarihte her zaman tüm insanlığı etkileyen büyük felaketlerin ardından kurtuluş çaresi olarak başvurulan bir yerel yönetim biçimi olmuştur. Örneğin I. Dünya ve II. Dünya Savaşlarından sonra Avrupa’daki yerel yönetimlerin tamamında sosyal belediyecilik uygulanmıştır. Bu yerel yönetimler o kadar başarılı olmuşlardır ki; devamında kendi ülkelerindeki mensubu oldukları sosyalist ve sosyal demokrat partileri siyasal iktidara taşımışlardır. Bugün gelinen noktada; “Avrupa Birliği ülkeleri sahip oldukları refah ve uygarlık düzeyini sosyal belediyeciliğe borçludurlar.” Demek aslında duygusal bir yaklaşım değil, tarihselliği de olan yalın bir gerçeğin ifadesidir. Türkiye’de ise sosyal belediyecilik, ilk kez 1973 yılında işbaşına gelen CHP’li belediyelerde toplumcu belediyecilik programıyla ortaya konulmuştur. 1977-1980 yılları arasında CHP’li belediyeler, savurganlığı önleyip, kaynakları en verimli şekilde kullanmaya yönelerek, yeni kaynak arayışı içine girmişlerdir. Bu dönem, belediyelerin, asfalt şantiyeleri, halk ekmek fabrikaları kurmak, düğün salonu, halk plajları, otopark ve Tanzim Satış Mağazaları (TANSAŞ) gibi yerler işletmek suretiyle kendi öz gelirleriyle hizmet vermeye çalıştıkları bir dönem olmuştur. Yine bu yıllardaki sosyal belediyeciliğe, Paris Komünü’ne benzeyen bir devrim niteliğinde olan Fatsa deneyimi de örnek olarak gösterilebilir. Fatsa deneyimi, belde halkının belediye yönetimine doğrudan katılımını sağlayan devrimci bir belediyeciliktir. Türkiye’de toplumcu belediyeciliğin ulaştığı en ileri aşamalardan bir tanesidir. Fatsa deneyimi, 1979 yılında Fikri Sönmez’in belediye başkanı seçilmesiyle başlamıştır. Fikri Sönmez yönetimi belediye faaliyetlerine halk katılımı, halk ve belediye arasındaki dayanışma ve belediyelerin kendi aralarındaki yardımlaşma bakımından ülkemiz için öncü bir uygulama olmuştur. Bu belediyecilik, evlerde yaşanan karı koca anlaşmazlıklarının çözümüne varıncaya kadar Fatsa halkının yaşamının her ayrıntısıyla ilgilenmiş ve çeşitli çözümler üretmiştir. Günümüzde de yine, yaşanan derin yoksulluk ve ekonomik ve sosyal olumsuzluklar nedeniyle kaçınılmaz bir şekilde sosyal belediyecilik ön plana çıkmaktadır. Özellikle büyük şehirlerimizde sosyal yardım ve destekler sağlamak amacıyla belediyelere yapılan başvurularda adeta bir patlama yaşanmaktadır. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kayıtlarına göre Türkiye’de 11 milyon kişi sosyal yardım ve destek almaktadır. Son zamanlardaki işyeri kapatmaları nedeniyle bu sayının 20 milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Bu tablo, daha uzun yıllar boyunca sosyal belediyeciliğe duyulan ihtiyacın artarak devam edeceğini göstermektedir. Bu nedenle, sosyal belediyecilik uygulamalarını başarılı bir şekilde sürdürmek isteyen belediyelerin, kendi gelir kaynaklarını yaratmaları bunun için de üretken belediyeciliğe başlamaları gerekmektedir. Yoksa sürekli ve düzenli gelir kaynakları yaratılmadan, sadece mevcut durumuyla imkânlar zorlanarak yapılan sosyal belediyecilik, kısa bir süre sonra kaynak yetersizliği nedeniyle sürdürülemez hale gelebilir. Zaten mevcut siyasal iktidarın, tasarruf tedbirleri, belediyelere kayyım atanması, belediyelerin vergi borçlarının İller Bankasındaki alacaklarından kesilmesi ve belediyelerin SGK Primi borçları nedeniyle adeta silkelenmesi gibi tasarrufları, sosyal belediyecilik uygulamalarının önündeki en büyük engeller olarak varlığını sürdürmektedir. Bu nedenle Türkiye’deki sosyal belediyecilik uygulamalarının tehlikede olduğunu söylememiz karamsar ve abartılı bir söylem olmayacaktır.
MEÜ E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL