Olağanüstü günlerden geçtiğimizi söyleyebiliriz. Kuzeyimizde yaşanan savaş 3. Yılını doldurdu. Güneyimizde, Gazze’de devam eden savaş, adeta Filistinlilerin soykırımına dönüştü.

İnsanların küçük ya da büyük topluluklar halinde yaşadıkları her ortamda, irili ufaklı ekonomik, siyasal, sosyal ve bireysel birtakım sorunların ortaya çıkması kaçınılmaz bir sosyolojik gerçekliktir. Sorunların olması doğaldır. Ancak, bunların çok fazla sayıda ve çok büyük boyutlarda olması ve böyle olmasına karşın sorunların çözülmeden öylece orta yerde bırakılması ve bu gibi nedenlerle sorunların bir kar topu gibi katlanarak geleceğe devredilmesi her zaman rastlanmayan olağanüstü bir durumdur. İçinde yaşadığımız ve her gün yüz yüze kaldığımız devasa boyutlu sorunlara bakacak olursak; toplum olarak işte yine böyle olağanüstü günlerden geçtiğimizi söyleyebiliriz. Kuzeyimizde yaşanan savaş 3. Yılını doldurdu. Güneyimizde, Gazze’de devam eden savaş, adeta Filistinlilerin soykırımına dönüştü. Bazı uzmanlar bu savaşların genişleme eğiliminde olduğunu söylüyorlar. Tabii, söz konusu olan savaşlar olunca, hiçbir ülkenin ve hiçbir toplumun bundan olumsuz olarak etkilenmemesi söz konusu bile değildir. Bunlardan başka, Suriye politikası ve sayılarının 10 Milyonu geçtiği söylenen geçici korumalı Suriyeli göçmenler sorununa bakacak olursak; bu sorunun da yaklaşık olarak 12 yıldan beri çözüm bekleyen çok ciddi bir sorun olarak toplumsal gündemimizdeki yerini koruduğunu söyleyebiliriz. Eğitimde, sağlıkta, sporda ve çeşitli toplumsal alanlarda yaşadığımız sorunları ise, saymakla bitiremeyiz diye düşünüyorum. Ancak bütün bunların ötesinde ve başat bir sorun olarak ekonomik sorunlar, can yakıcı ve öncelikli bir sorun olarak gündemin en tepesindeki yerini her zaman koruyor. Beyin göçünden, işsizlikten ve hayat pahalılığından ve özellikle de gıda fiyatlarının aşırı derecede yükselmesinden şikâyet etmeyenimizin hemen hemen yok denecek kadar az olduğunu söyleyebiliriz. Bütün bunların yanında, eğer farkındaysanız son zamanlarda televizyon haberlerinde, gazetelerde ve çeşitli medya organlarının yayınlarında bir de sık sık çiftçi eylemlerine yer veren haberlere rastlamaya başladık. Öyle zannediyorum ki, böyle bir duruma tarihimizde ilk defa rastlıyoruz. İzlediğimiz görüntülerde Trakya’da, Karadeniz’in bazı şehirlerinde, Balıkesir’de, Bursa’da, Manisa’da, Malatya’da, Kozan’da ve burada sayamayacağımız daha pek çok illerimizde çeşitli tarım ürünlerini üreten çitçiler, traktörlerine binerek yürüyüşe geçiyorlar. Kimi yerlerde ürettikleri ürünleri sokaklara döküyorlar. Manisa gibi bazı şehirlerde üreticiler, ekili domates tarlalarını sürüyorlar. İşin ilginç yanı, bu çiftçi eylemleri yayılma eğilimi gösteriyor. Böyle bir durumda, domatesin kilosunu pazarlarda 30 ile 50 lira arasında fahiş bir fiyatla satın almak zorunda kalan nihai tüketicilerin ve sade vatandaşlarımızın akıl ve mantıklarının alamayacağı çelişkili bir durum ortaya çıkıyor. Onlara göre; nasıl oluyor da pazarlarda bu kadar yüksek fiyatlarla satılan tarım ürünlerinin üreticileri, zarar ettiklerini söyleyerek tarlalarını sürüyorlar ve eyleme geçiyorlar.? Normal koşullarda çiftçilerin çok iyi para kazandıkları düşünülüyor. Ama çiftçilere soracak olursanız onlar da üretimlerini bir daha sürdüremeyecek derecede zarar ettiklerini söylüyorlar. Peki böyle çelişkili bir durum nasıl ortaya çıkıyor? Bir yanda yurttaşlarımız, mevsim nedeniyle bollaşan tarım ürünlerinin pazarlara sürülmesini ve sebze-meyve fiyatlarının düşmesini beklerlerken, diğer yanda maliyetini kurtaramadığını söyleyen çiftçilerimiz ürünlerini tarlada bırakıp tarımsal üretim faaliyetinden çekiliyorlar. Bu çelişkili ve aslına bakarsanız ülkemiz açısından aynı zamanda oldukça da dramatik olan böylesi bir paradoksun ortaya çıkmasının en önemli ve temel nedeni; ülkemizin uzunca bir süreden beri, kendi içerisinde tutarlı, ülke gerçekleriyle örtüşen, sistemli ve sürdürülebilir tarım politikalarına sahip olmamasıdır. Tarımda politikasızlık, adeta bir politika haline gelmiştir. Tarımda planlama kavramı, adeta unutulmuş, belleklerden silinmiştir. Tarımsal üretimin hiçbir aşamasında, sağlıklı ve gerçekçi planlar yapıldığına neredeyse tanık olunmamaktadır. Planlar varsa da bunlar kâğıt üzerinde kalmaktadır. Evirip çevirip, başka bir biçimde nasıl tanımlamaya çalışırsanız çalışınız? Sahip olduğu kaynaklar dolayısıyla Türkiye, bir tarım ülkesidir. Bunda da çekinecek, gocunacak bir şey yoktur. Aslına bakarsanız Başta ABD olmak üzere bugün sanayileşmiş ve kalkınmış dediğimiz ülkeler, asıl gelişmelerini tarımsal faaliyetlerden elde ettikleri sermaye birikimi sayesinde sağlayabilmişlerdir. Ne yazık ki Türkiye, tarihinin hiçbir döneminde böyle bir sermaye birikimini ve zenginliği sağlayamamıştır. O nedenle sanayileşmesini ve gelişimini tamamlayamamıştır. Şöyle, uygarlık tarihine kısaca bir bakacak olursak; insanlığın Cilalı Taş devrinin ikinci yarısında gerçekleştirmiş olduğu ilk büyük devrim olan Tarım Devrimi Mezopotamya’da ve Anadolu topraklarında gerçekleştirilmiştir. Yani

Anadolu tarımsal faaliyetin başladığı ilk yerlerden biridir. Hatta, bugün stratejik bir ürün olarak da çok önem kazanmış olan buğdayın anavatanı Anadolu’dur. İnsanlık tarihinde Buğday tarımı ilk olarak Anadolu’da yapılmıştır. Böyle bir ülkede bugün, 2023 rakamlarına göre ortalama olarak 9 milyon ton buğday ithal eden Türkiye’nin buğday ithal eden ülkeler arasında 4. Sırada yer alması başlı başına hüzün veren, oldukça üzücü ve düşündürücü bir durumdur. Tarım, Osmanlılar döneminde de ihmal edilmişti. Prof. Dr. Sezai Yahya Tezel’in “Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi” adlı eserinde belirttiğine göre 1923 yılında Anadolu’da yapılan tarımın Milattan önce 1200’lerde yaşamış olan bir Hitit köyünde yapılan tarımdan hiçbir farkı yoktu. Cumhuriyet yönetimi, sanayileşmeyi hedefliyordu ama, tarımı da ihmal etmedi. Traktörler ithal ederek, tarımsal araç ve gereçler üreterek tarım teknolojilerini geliştirmeye çalıştı. Trakya Birlik, Tariş, Pankobirlik, Fiskobirlik ve Çukobirlik gibi bölgesel tarım kooperatiflerinin kurulmasına öncülük etti. Toprak Mahsulleri Ofisi, Zirai Donatım Kurumu, Süt Endüstri Kurumu ve Et ve Balık Kurumu gibi kurumlar kurarak tarımı destekledi. Devlet Su İşleri gibi kurumlar oluşturarak tarımın en önemli ihtiyaçlarından birisi olan sulama sorununun çözümü için kurumsal yapılar oluşturdu. En önemlisi de 1930’larda yapılmış olan Birinci 5 Yıllık Kalkınma Planında, tarımsal faaliyetler için de çeşitli hedefler belirlenmeye başlandı. Böylelikle tarımda planlı döneme geçildi. Alınan bu önlemler sayesinde tarım hızla gelişti. 1930’lardan 1980’lere kadar tarım kesimi ülkemizdeki altın yıllarını yaşadı. 24 Ocak Ekonomik İstikrar Önlemleri Kararlarının alınmasından sonra, tarımdan sanayiye kaynak aktarılması adı altında tarım kesiminin milli gelirden aldığı pay hep azaltıldı. Ve tarım kesimine yapılan destekler birer birer ortadan kaldırıldı. O günlerden bugünlere kadar tarım kesimi hep geriledi. İlginçtir, bizim ülkemizde tarım kesimini oluşturan vatandaşlar çok büyük oranda ve her zaman tutucu olmuşlardır. Milliyetçi, muhafazakâr ve maneviyatçı partileri ve başta bulunan siyasal iktidarları desteklemişlerdir. Ancak bu partiler de her zaman tarımı küçülten ve çiftçilerin milli gelirden aldığı payı azaltan bir politika izlemişlerdir. Tarım kesiminin geçmişinde siyasal iktidarları eleştiren ve onlara karşı duran kitlesel protesto eylemleri geleneği yoktur. Günümüzde yapılan bu protesto eylemleri ilk olması açısından çok değerli ve anlamlıdır. Bu hareketlerin nasıl bir evrim geçireceğini ve nasıl sonuçlanacağını izlemek ve incelemek, bilimsel araştırmalara değer, çok ilginç ve çok önemli bir konudur. Bin bir emekle ve varını ve yoğunu ortaya koyarak tarlasını eken çiftçi, elde ettiği gelirle yaptığı masrafları karşılayamamakta, faizcilerin eline düşmekte, varlığını ve servetini kaybederek yoksullaşmaktadır. Bu durum, anlaşılabilir, haklı ve sürdürülebilir bir durum değildir. Demek ki bıçak artık kemiğe dayanmış, hatta kemiği bile geçmiştir ki, yüz yıllardır durgun bir toplum olarak yaşayan ve siyasal iktidarlara mutlak bir itaatle bağlı olan tarım kesimi, bugün siyasal iktidarların politikalarını protesto etmek için çeşitli eylemler yapmaya başlamıştır. Esasen tarımın günümüzdeki sorunları bilinmeyen bir konu değildir. En önemlisi doğru gerçekçi ve çözüm odaklı tarım politikalarının geliştirilmesidir. Tarım en ince ayrıntısına varıncaya kadar planlı bir faaliyet haline getirilmelidir. Tarımın gübre, akaryakıt, tarım ilacı ve tohum gibi temel girdileri, çok büyük oranda ithal edilmektedir. Yani çiftçi, temel girdilerini dolar ya da euro gibi döviz cinsinden paralarla satın almaktadır. Ancak bunun karşılığında elde ettiği ürünleri ise Türk Lirası ile satmak zorunda kalmaktadır. Bu durumda ortaya çıkan kur farkları dolayısıyla çiftçinin zarar etmesi kaçınılmaz olmaktadır. Tarımda ithal girdilerden vazgeçilip yerli üretime geçilmedikçe ve eskiden olduğu gibi tarımsal üreticilerimiz çeşitli sübvansiyonlarla desteklenmedikçe bu döngüden çıkılması olanaksız gibi görünmektedir. Aynı zamanda çok zorunlu ve yaşamsal derecede önemli olmadıkça tarımsal ürün ithalatından da vazgeçilmelidir. Bu nedenle çiftçi eylemlerinin son bulmak bir yana daha da artmasına tanık olmak hiç kimse için şaşırtıcı ve sürpriz olmamalıdır. Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu sorunlar en kısa sürede akılcı ve gerçekçi çözümlere kavuşturulmadıkça korkarım ki, tarımsal üretimde ve yaş sebze ve meyve fiyatlarının yükselmesinde daha da kötü günler bizleri beklemektedir. Tarımsal alandaki, kangrenleşmiş ve artık kronik hale gelmiş dev boyutlardaki sorunların, palyatif, günü birlik ve gelip geçici önlemlerle çözülmesi artık olanaklı bir girişim olarak görülmemektedir. Bunun için, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi tarım sektörünü A’dan Z’ye ve sıfırdan en üst düzeye kadar değiştirecek ve geliştirecek olan köklü bir tarımsal devrim gerekmektedir. Türkiye, bu tarım devrimini gerçekleştirecek liyakatli kadrolara ve tarımı çağdaş uygarlık düzeyine çıkartacak yeterli sayıda nitelikli insan gücüne sahip bir ülkedir.

MEÜ E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL