Yanıyor! Yanıyoruz!

Yanıyor!

Yanıyoruz!

Yandık, kavrulduk.

Yalnızca sıcak olsa neyse, üstüne insanı yaşamdan bıktıran, nefes almakta zorlayan bir nem var.

Mersin’in güzellikleri sayılamayacak kadar çok, yaşanılası, güzel bir şehir.

Gel gör ki, bu lanet olası nem, bütün olumlu şeyleri olumsuza çeviriyor.

Yaz aylarında yapılması gereken iki şey var Mersin’de;

Ya bir deniz kenarında, gölgelik bulup, denize girip çıkacak, buz gibi biranı içeceksin, (paran varsa, bir balık restoranında balık rakı roka üçlüsüne girişeceksin)

Ya da Torosların en tepesine çıkıp, mangal eşliğinde rakını içeceksin.

Her şeyden emekli olup, hayalini kurduğum karavanımı alınca, ikisini birden yapabiliyorum.

Canım çektiğinde deniz kenarına, oradan sıkıldım mı dağlara kaçıyorum.

Ne var ki, her iki mekana gittiğimde de keçileri kaçırıyorum.

İki ayaklı yaratıklar olarak biz, keyfimize düşkün olduğumuz oranda doğanın içine etmeye de düşkünüz.

Gittiğim her yerde bu durumu görüyor, hemen telefonumla videosunu çekip yayınlıyorum; hem insanları hem yetkilileri uyarmak hem de öfkemi dindirmek adına.

Baktım hava yine bunaltıcı, karavanıma atladım, yol üstündeki bir marketten en ucuzundan soğuk bir bira biraz çerez aldım, yıllardır nefes almak için gittiğim Kocahamzalı Köyü’ne (Şimdi nedense mahalle oldu) gittim.

Şehirden 12-13 kilometre uzakta ve yaklaşık 2000 rakımda, bütün Mersin’i neredeyse kuşbakışı seyrettiğim, kuş, börtü böcek seslerini dinleyip, ağaçların verdiği serinlikte dinlendiğim, müziğimi dinleyip, kitabımı okuduğum sığınağımdır burası. Huzur veren bir yerdir.

Yerdi yani…

Sağ olmasınlar ranttan gözü dönmüşler burayı da halletmeye karar vermişler.

Her yerde villa tipi evler çoğalırken, TOKİ durur mu, “benim başım kel mi” diyerek, elinde ne kadar canavar (top tüfek olmasa da ondan daha tehlikeli) araçlarını seferber ederek kıyıma başlamış. Hatta kısa sürede eserlerini meydana çıkarmış.

Yani nefes aldığım ender yerlerden birini daha taş yığını çirkin binalarla doldurmuş.

Daha öne uzaktan baktığımda görünen orman, yerini kel ve çirkin binalara bırakmış.

Yaşayanlar için çok güzel, uzaktan bakabilen bizler için vahim ve çirkin bir tablo.

Neyse bu kısa durum değerlendirmesi faslından sonra günümün nasıl (yine) berbat olmasına döneyim.

Henüz kendini rantçılardan korumuş olan bir yamaca aracımı park ettim.

Sandalyemi, masamı kurup, biramı çerezimi alarak, telefondan müziğimi açtım, oooh keyif yapacağım şimdi.

Nah yaparım.

İnanın “burası çöplüktür, çöp atılır” denilse, bu kadarı atılmaz.

Doğaya en büyük zararı veren naylon poşetlerden tutun, şişeler, peçeteler, sigara izmaritleri, çekirdek kabukları, ıvır zıvır, aklınıza ne gelirse yani. Aklınıza geldi mi bilmem ama (affedersiniz) prezervatif bile vardı yahu.

Nereden mi biliyorum?

Aracımdaki süpürgeyi aldım, süpürmeye başladım. Oturduğum yeri ve azıcık çevresinden (abartıyorum) bir ton çöp çıktı. Yani vardı da, süpürüp bir yere toplayınca, küçük bir çöp tepesi oldu neredeyse. Bütün bunları telefonumla da görüntüledim, görüntülerin üstüne konuşurken de, Can Yücel geldi aklıma, ustayı anmak için bir güzel küfrettim.

Oturacağım yer biraz nefes alınca, oturdum müziğimi dinleyip biramı yudumlayarak, Mersin manzarasının keyfini çıkarmaya başladım.

Az sonra motosikletle iki genç geldi, ellerinde poşetler, yan tarafıma oturdular.

Poşetten zıkkımlanacaklarını çıkarıp poşeti kenara attılar.

Kalktım yanlarına gittim.

-Selam gençler, afiyet olsun!

-Eyvallah abi, sana da afiyet olsun.

-Ne kadar sıcak yahu, şehir maşallah gavur damı gibi yanıyor. Burası ne güzel değil mi?

-Evet abi ya, biz de kaçtık geldik buraya.

-İyi etmişsiniz. Ama şu hale bakın yahu, insanlar bu güzel yerde yiyip içiyor, sonra da çöplerini atıp gidiyor, yazık değil mi?

-Haklısın abi, düşünce yok ki insanlarda.

Telefonumda yayınladığım görüntüleri açtım, gençlere izlettim.

-Bakın her geldiğimde bu görüntüleri çekip yayınlıyorum, birazcık, gazeteciliğim, yazar-çizerliğim var, belki insanlar ve yetkililer (yetkililer insanüstü oldukları için ayırmak gereğini duydum) görür de vicdanları sızlar diye.

Gençler videoyu izledi ve sonundaki kallavi küfrü de duydular tabi.

-Küfretmekte haksız mıyım gençler?

-Haklısın abi, az bile söylemişsin.

Bu arada diğer genç çaktırmadan az önce attığı poşeti attığı yerden aldı,  biriken çöpleri içine koydu!

--Bakın hayvanlar bile kakalarını yaptığında üstünü örtüyorlar, biz iki ayaklı yaratıklar doğanın içine ediyoruz. Sonra da yaşam alanlarını gasp ettiğimiz bu güzel hayvanları katlediyoruz.

Bu son dediğimden fazla bir şey anlamadılar, laf nereden buraya geldi der gibi baktılar.

-Hadi afiyet olsun, kahve yapacağım, size de yapayım mı?

-Yok abi, teşekkür ederiz, sana afiyet olsun.

Yerime geçtim, keyfime bakıyor, içimden de “ en azından iki insanı bilinçlendirdim” diyerek kendimle gurur duydum.

Az sonra bir otomobille iki “adam” geldi. Diğer köşeye oturdular, bağıra bağıra kıvamında sohbetlerini ederken, içkilerini zıkkımlandılar. Tiplerinden belliydi. Bunlar o yaratıklardandı. Çaktırmadan takibe aldım.

Yanılmamışım,  az sonra kalktılar, otomobillerine binerken poşeti ayrı bira şişesini ayrı olarak yere attılar, bir an hareketlendim, sonra adamların tiplerini ve cüsselerini hesaba katarak, durdum. Gazlayıp gittiler.

Hemen kalktım, yerden poşeti ve şişeyi alarak;

-Bunları onlar attılar değil mi?

-Evet abi.

-Şimdi ne diyeyim bunlara, öküz desem öküze ayıp.

Sinirlendim, bilinçlendiremediğim bu iki insan yüzünden sigara üstüne sigara yaktım.

Az sonra gençler de kalktılar, selamlaşarak, çöplerini de alıp motosikletlerine binip gittiler.

Sigara paketime elimi attım, son bir sigaram kalmıştı.

Sigaramı yaktım.

Bugün en azından iki insanı bilinçlendirmenin rahatlığı içinde, keyifle sigaramı içtim, izmariti yere attım, eşyalarımı toparlayıp şehre döndüm.

Kendi kendime, “eğitim şart kardeşim, ne yaparsan yap bu iki ayaklı yaratıklar hep olacak ve doğayı mahvedecekler” diye söyleniyordum.

Mehmet Çeto TEKKANAT

24 Temmuz 2024-Mersin