20.yüzyılın en önemli politika teorisyenlerinden birisi olan Hannah Arendt’in Totalitarizmin Kökenleri, insanlık tarihinin en çalkantılı ve trajik dönemi olan Nazizm dönemini referans alarak baskıcı rejimlerin geniş bir tahlilin yapıldığı muhteşem bir eserdir. Totaliter olguları anlamak için bir kılavuz niteliğinde.
Bilindiği üzere, faşizmin dünyada pratiksel olarak görünümünün en somut evresi Alman Nazizm deneyimidir. Kitlesel şiddetin, insanın ontolojik olarak nesneleştirilmesi, bireyin haysiyetinin yok edilmesi Nazizm rejiminin temel politikasıydı.
Arendt,totalitarizm olgusunu nihayetinde toplama kampları paradigmasından anlamlandırır.’’enterne’’ (gözaltına alma) totaliter rejimlerin major baskıcı araçlarının en yaygın olanıdır. Arendt’in düşüncesinde, totalitarizmin merkezinde toplama kampları büyük önem taşır. İnsanların adım adım ‘’insansızlaştırılması’’,insanlık mefuhumundan arındırılması bu enterne kamplarında gerçekleşiyordu.Arendt, totaliter rejimlerdeki kampları ‘’radikal kötülük’’ yerleri olarak tanımlar.
Aslında toplama kamplarını icat eden totaliter rejimler değildi. 19. yüzyılda ilk olarak İspanyollar tarafında Küba'da, Britanyalar tarafında da Boyer Savaşı (1899-1902) sırasında kullanmışlardı. Toplumun enterne edilenlerin toplumun sözde nefretinden korunması için icat edilen koruma amaçlı gözaltı şeklindeki hukuk kavramı Hindistan ve Güney Afrika'da Büyük Britanya'nın emperyalist çıkarlarını korumak için kullanılmıştı. 1. Dünya Savaşı sırasında da geçici bir koruyucu önlem olarak düşman yabancılara aynı muamele uygulandı. Keza, İki Dünya Savaşı arasında Fransa'da bu kez İspanyol İç Savaşı'ndan kaçan devletsiz ve istenilmeyen mülteciler için belirlenen kaplar oluşturdu. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise örneğin ABD'de yalnızca düşman Japon vatandaşları değil, bizzat Amerikan vatandaşı olan Japonlar enterne edilerek çok önemli bir insan ve yurttaş hakları ihlalleri yapıldı. Almanya'da da ilk kamplar Naziler tarafından değil, Sosyal Demokrata tarafından 1923'te kuruldu. Bunlar toplu imha fabrikaları değildi ama Agamben’in işaret ettiği gibi binlerce komünistin ve çok sayıda Doğu Avrupa Yahudisinin buralarda tutulduğu bir gerçekti. Gerek Sosyal Demokratların gerekse Nazilerin bu amaçla dayandıkları ve 1851 tarihli Prusya Yasası'na kadar geri giden önleyici gözaltı kavramı uyarınca kamu düzenine yönelik tehdit söz konusu olduğunda olağanüstü ya da kural dışı durumlarda temel haklar askıya alınabiliyordu. Oysa Naziler iktidara gelmelerinin hemen ardında temel hakları askıya aldıkları zaman durumun kural dışı olduğunu hiç açıkça dile getiremediler ve ‘’kural dışını’’ ‘’kurala’’ çevirerek sürekli kıldılar. Carl Schmitt ve diğer Nazi hukukçuları bu durumu irade bir kural dışı durumu olarak nitelendirdiler.(1)
Türkiye’nin bu konudaki deneyimine gelmeden önce Hannah Arendt’in totalitarizm hakkındaki genel tanımlamasını biraz daha açmakta fayda var.
Arendt,totalitarizmi sınıfların ve ulus devletlerin çöküşüyle yükselen kitle toplumunu bir ürünü olarak görür. Irkçı-düşüncesi, milliyetçilik ve emperyalizm de onun yardımcılarıdır. Avrupa halklarının totaliter akımlara açık hale gelmelerine bir özgürlük uzamı olarak kamusal alanını aşındıran ve giderek yok eden bir dizi, patolojiyi, özellikle de sömürgecilik yönetimini getiren emperyalist sermayenin, fetihçi eğilimi ve bu burjuvazinin kendi kısmı çıkarlarının aracı olarak kullanılmak üzere devleti ele geçirmesi yol açmıştı. Bu ise karşılığında politik kurumların meşruiyetini yitirmesi, demokratik politikanın kalbinde yer alan yurttaşlık ve müzakereci oylaşma hikâyelerinin yozlaşması sonucunu vermişti. Dolayısıyla, totalitarizmin yükselişi yurttaşları birleştiren ama aynı zamanda onların özgürlüğünü ve biricikliğini güvenceye alan bir kamusal yaşamı mümkün kılacak koşulların yok edilmesine yol açan patolojilerin birikmesi eşliğinde anlaşılabilirdi.(2)
TÜRKİYE DENEYİMİ
Ulus inşa dönemi ve daha sonra gelen çok partili dönemde Türkiye’de ‘’devletin bekası’’ndan sorumlu elitin muhalifleri sindirme ve ezme araçlarının başında son günlerde Silivri adıyla da dile getirilen devlete göre cezaevi, bazı kesimlere göre ise toplama kampları var.
Yassıada,Mamak,Sincan,Diyarbakır ve Silivri,1960 askeri darbesinden günümüze kadar,Türkiye’nin siyasi belleğinde kalan cezaevleri oldu.Daha çok askeri darbelerde hatırladığımız bu cezaevleri günümüzde yine gündemde.
Bugün tartışılan ve sivil rejimin ‘’gözaltı merkezleri’’ne dönüşen cezaevlerinden en büyüğü ve adeta sembol haline gelen Silivri cezaevi şu günlerde yukarıda tarihsel olarak anlattığımız birinci ve ikinci dünya savaşlarında totaliter rejimlerin simgesel durumu olan toplama kamplarına benzetilmektedir.
Gerçekten de Erdoğanizm rejimi olarak nitelendirilen son 22 yıllık iktidarın Gezi’den sonra karşısında bulduğu en büyük toplumsal tepkiyi bastırmak için yargılama süreçleri olmadan topyekun bir tutuklama furyası ile doldurduğu Silivri cezaevi, bundan böyle teokratik yönetimin bir ‘’toplama kampı’’ na dönüşmüştür.
Erdoğan rejiminin içine düştüğü bunalımı ve krize çare olarak toplumdan gelen seçim talebini yerine getirmek yerine, kendisine rakip olacak en güçlü aday Ekrem İmamoğlu’na yönelik ‘’gerekçesiz’’ operasyon ile Silivri cezaevine konulması artık Türkiye’nin dışına taşarak uluslar arası bir sorun haline geldi. Çünkü ülkelerin kendi işinde yaşadığı insan hakları ihlalleri ve demokrasi krizi aynı zamanda uluslar arası bir sorun olmaktadır.BM ve diğer uluslar arası sözleşmeler ülkelerin uymak zorunda olduğu yükümlülüklerdir.
Son söz olarak söyleyelim; İmamoğlu’na yapılan operasyon ile Türkiye, Silivri adıyla sembolleşen ‘’enterne’ merkezleri, rejimin totaliter bir evreye girdiğinin somut mekânlarıdır.
(1).Berktay.F.Dünyayı Bugünden Düşünmek.Metis Y.S.76
(2). Berktay.F.Dünyayı Bugünden Düşünmek.Metis Y.S.79