Gözaltında iken çok yoğun işkencelere direndi.
Polis onu çözemediği için sinirlendi.
Sinirlendikçe dellendi.
Dellenen bir polisin;
Tüm hıncıyla elindeki kazma sapını başına vurmasıyla yaşama veda etti...
Polis O’nun cesedini kaybetmek için çok uğraştı!
Sonunda Mersin kent mezarlığında,
Sahipsizler adasında,herkesten habersiz, kazılan çukura, başka bir kimlikle gömdü!
Kimdi bu?
Gözaltına alındıktan sonra işkence ile öldürülen ‘Dev-Yol ’un Akdeniz sorumlusu Ali Uygur!
Mezarını ortaya çıkarttığım, Yiğit devrimci!
25 yaşında çiçeği burnunda bir gazeteci,
Demokrat Gazetesinin Mersin muhabiri olan Ben!
…
Mersin Belediyesi’nde İstimlak Memuruyum.
Atatürk Parkı giriş kapısının hemen batısında halka peşinatsız satış yapan Tüketim Kooperatifininde başkanıyım.
Askerler darbenin ilk gününden beri parkın ana giriş kapısını tutuyor.
Nöbetçi askerlere kooperatifimizden simit, poğaça, bisküvi, ayran veriyorum…
Her ne kadar faşist bir darbe desek de askerler bizim askerlerimiz.
Dost olduk…
16 Eylül günü sabahı kapı nöbetinde olan askerimizin biri beni kenara çekti. Çorumlu idi.
-Abi polisler buraya gelip seni bizden sordular. Tedbirini al!
Orta okul arkadaşım, Mersin’de şimdilerin ünlü Mali Müşavir’i Abdullah Demir, Belediyeye atanmış Deniz Subay!
Hemen yanına gittim. Durumu anlattım. Beni Belediye sorumlusu Binbaşı Bülent Komutana çıkarttı.
Durumu bu kez Ona anlattım.
Komutan, Emniyet Müdürlüğünden sorumlu Komutan arkadaşını aradı. Adımı verdi. ‘Yanına gelecek’ dedi.
Ertesi günü Katolik Kilisesinin batı kesiminde Emniyet Müdürlüğü binası olarak kullanılan eski Rum evine gittim…
Mersinlilerin ve benim de çok sevdiği Fulya…
Çok genç, kibar ve güzel…
Emniyet Müdürü Özel Kalemini yönlendiriyor.
Durumumdan haberdar…
Biriinci Şubeden arananlar listesini istedi.
Şube Müdürü Ömer Güneş listeyi getirdi. Beni tanıdığı halde görmezden geldi.
Fulya ile listeyi baştan aşağı kontrol ettik. Yüzlerce isim arasında adım yoktu.
Aranmıyorum!..
Bir iç çektim…
20 Eylül 1980.
12 Eylül üzerinden 8 gün geçmiş.
Kaya Mutlu ile özdeşleşen, Mersin Belediyesinin her yıl düzenlediği geleneksel Uluslararası Mersin Tekstil ve Fuar Festivali açılışına saatler kalmış...
Bir yandan canlı yayına bağlanabilmeleri için TRT’ye kooperatiften elektrik çektiriyorum. Diğer yandan kan kardeşlerim Süleyman Duramaz ve Süleyman Gündeş ile kooperatifin içine hediyelik eşya ve yiyecek içeceklerimizi diziyoruz…
Tezgahın arkasında yerde koli açıyorum.
Tok bir ses: Vahap Şehitoğlu!
İster istemez tezgahın üstüne doğru bakış atıyorum.
İki el boğazıma sarılıp havaya kaldırdı.
Bakışım onlara Vahap Şehitoğlu olduğunu hissettirmiş demek ki!
Tezgahın diğer tarafında 3 polis zebellan gibi...
Beni dışarıdaki beyaz renoya bindirmek için sürüklüyorlar…
Bağırarak direniyorum!
-Bırakın beni, aranmıyorum…
O arada nişanlım Hülya Demircan’ı Valilik konağı önünden bana doğru koşarak geldiğini gördüm.
O da beni bırakmaları için polisin üzerine saldırıyor!
Ellerim, kelpeten gibi sıktığım renonun yan kapı direklerini, parmağımdan gelen büyük bir acıyla bıraktı.
Parmağımı kırmışlardı…
Ellerim boşalınca arabaya attılar.
Araç içi mini boks yaptılar!
Mağazalar karakoluna getirildim...
Oslo’da eğitim görmüş Lisan ve Hamdi Fidancı,
Zafer kazanmış komutan edasıyla, ‘Alın size Demokrat Vahap!’ diye bağırdılar…
İkinci kata çıkarken artık gözüm bir şey görmüyor.
12 Eylül öncesi polisin neler yaptığını biliyorum.
Başıma neler gelecek düşünüyorum.
Onlarca polisin, merdivenlerdeki tekme, yumruk, tokatları da acı vermiyor!
Yüzüm Çarşamba pazarı!
İkinci katın batı yanı Birinci Şube müdürlüğü doğu yanı İkinci Şube müdürlüğü (bugünün asayiş şubesi),
İkinci şubecilerin 'onu biraz bize verin sonra siz alın!' pazarlığı, Birinci Şubeciler tarafından kabul gördü.
‘Demokrat Vahap’ adını duyup odalarından çıkan İkinci Şube polisleri, Sanki kendilerini bizzat gözetleyen ve tırstıkları Kenan Evren’e ‘Yağ çekmek için’ öldüresiye dövüyorlar…
Burada işim bitti…
Kaba dayaktan çok hırpalandım!
Sıra da gestapolar var…
Şimdi onların elindeyim.
Sonradan öğrendim. İçlerinde Rahmetli Rahim Öngel ve Hasan Togay’ın da ayrı ayrı kaldığı tek kişilik hücrelerinin bulunduğu dar odadayız…
Hücrede olanlar, beni görüyor ve tarihe tanıklık ediyorlar!
Ben onlardan habersiz, arenada inadına ayakta kalmak için bütün sporcu gücümü kullanıyorum.
Vuruyorlar, vuruyorlar, çıldırıyor, çıldırıyorlar:
‘Niye yıkılmıyormuşum’ diye.
Lisan, Hamdi, Komiser Adem, Kling ve diğerleri bütün kinlerini kusuyorlar!
Komiser Adem, ‘Ben boksörüm lan’ sen nasıl yıkılmazsın!
Anladım beni dövmekten ancak yıkılırsam vaz geçecekler!
Yerler, evlerden toplanan örgütlerin pankartları ile dolu.
Artık her kuvvetli yumruk yedikçe kendimi pankartların üzerine atıyorum.
Komiser Adem dahil tüm polisler bu kez kolayca yıkıldığım için çıldırıyorlar.
Yerde gelişi güzel her tarafım tekmeleniyor…
Serde Taekwon-do’culuk var ama bunca dayaktan sonra o da kar etmiyor!..
Kim vurursa yere uçmaya devam ediyorum…
Son düştüğümde tüm polislerin üzerimden kalkmadıklarını hatırlıyorum…
Sanırım beni nefessiz bırakıp öldürecekler!
…
Kaba dayak bitti!
Sağ kolumdan kelepçe ile koridorun batısındaki dar ve uzun pencerenin üst demirlerine bağladılar.
Yediğim dayaktan değil ama kırılan parmağım korkunç zonkluyor!
Acılarım arasında, tanıdık bir ses: Nişanlım Hülya!
-Gazeteci Vahap Şehitoğlu’nu arıyoruz!
Koridorun ucunda ki polis soruyor:
Neyiniz olur;
Kendisi nişanlım olur...
Diğer tanıdık ses:
Her gün beraber olduğumuz, CHP Belediye Meclis üyesi Ülker Babacan(rahmetli) ablamız.
- Gösterin bize çocuğumuzu! Diye bağırıyor…
Polisler beni kooperatifin önünden götürdükten sonra Hülya, Ülker Babacan’ı bulmuş birlikte henüz görevden el çektirilmeyen Kaya Mutlu’ya makama çıkmışlar. Kaya Mutlu, siyah makam arabasını bizimkilere tahsis etmiş, onlar da peşimden Birinci Şubeye çıkmışlar!
Ama görüştürmeleri nafile, üzerim perişan vaziyette, suratım paramparça, pencereye yarı asılı vaziyette kelepçeliyim…
Bizimkilerin sesi kaybolduktan sonra, yanıma yanaşan bir polis:
-Söyle lan, Kaya Mutlu’da mı ‘Dev-Yolcu?!
-Yok be ne alakası var.
- O zaman niye peşine makam aracını yollamış!
-Ben onun personeliyim onun için aracını peşime takmıştır!
İnanmamış olacak ki, suratıma okkalı bir tokat yapıştırdı!
Tabii korkunun doruk yaptığı bir ortamda, kimse kimseye selam veremezken,
Kaya Mutlu, peşime makam aracını takması, her baba yiğidin harcı değildi!..
Polis, işte bu yüzden bana boşuna tokadı patlatmamıştı!
…
Hava kararıyor…
Açlıktan midem yapışmış, ayakta artık zor duruyorum.
Pencereye kelepçelendiğim için oturamıyorum!
Pencerenin dibindeki hücrenin içinde kimler var bilmiyorum.
İnlemeleri geliyor!
Koridor hareketli polisler bir gidiyor bir geliyor.
Konuşmalarından anlıyorum. Gözaltındakilere akşam işkence var!
Kendimi bu işkenceye hazırlamam lazım!
Dışarda herkes beni korkusuz bilir!!
Direnmeliyim!..
…
Loş ışık altında yanıma yaklaşan, elinde telsiz sivil kişi,
-Şehitoğlu ne işin var burada senin!
Bu sese çok sevindim.
Gelen, komiser yardımcısı Ahmet Sarı!
Onca işkenceci ve faşist polislerin arasında;
Sosyal Demokrat, kibar, beyefendi bir polis!
Belediyemiz personel müdürlüğünde çalışan çok sevdiğim mesai arkadaşım Bedriye Hanımın da beyi.
Evleri Dev-Yolcular tarafından kurşunlanmış!
Demokrat muhabiri olduğum içinde, Gazeteci arkadaşım Rahmetli Nevzat Kelleli’yi yanına alarak bana geldi. ‘Evde çocuklar hanım zarar görmesinler!..’ diyerek yardım istedi!
Sert bir sesle bekçiye seslendi.
-Çabuk kelepçenin anahtarını getir!
-Seni çok hırpalamışlar! Diye mırıldandı.
Acı veren kırık parmağımı gösterdim.
Bekçiye senin baban sınıkçıydı değil mi? diye sordu.
Kendisinin sürdüğü perdeli minibüs ile Çilek mahallesinde bekçinin baba evine gittik.
Fakirin sofrası yerde, baba ve ailesi çorba içiyor.
Bir tas çorba da önüme koydular…
Baba, eşine sıcak su yapmasını ve bir de sabun getirmesini söyledi…
Kırık parmaklı elimi bir doktor edasıyla tutarak:
-Yüzük parmağınmış. Yumrudan çıkmış ve kemik kırılmış!
Parmağımın çıkığını yerine oturtturdu.
Kırık olanı da sıkı sardı.
-Ama bir doktora gitmelisin!
Aklım akşam işkencesinde!
Epey saattir şubeden ayrıyız.
Ortamdan ne kadar uzak kalırsam o kadar rahatım.
Ahmet Sarı:
-Artık gitmeliyiz, gece vardiyası değişmeden seni bırakmalıyım.
Pencereye tekrar kelepçelenmedim!
Beni büyük hücreye koyan Sarı’ya teşekkür ettim.
Hücrenin kapısı üzerime kitlendi.
Ortam zifiri karanlık, bastığım her noktada ‘üzerime basıyorsun’ diye homurdananlar…
El yordamı ile duvar dibine geçiyorum.
Gözlerim giderek karanlığa alışıyor.
Herkes perişan vaziyette, işkenceden geçmiş, balık istifi olmuşlar.
Kimi yatıyor, kimi oturuyor…
Sabaha kadar başıma ne gelecek bilemiyorum…
Birden Ali Uygur geliyor aklıma. Her şey film şeridi gibi gözlerimin önünde!..
…
1980 Sıcak Temmuzuydu.
Mersin Belediyesi Tüketim Kooperatifinde oturuyorum...
Kendisini “Uzun” olarak tanıtan, Dev-Yol Mersin sorumlusu olduğunu da belirten orta yaşta biri geldi.
-Bir arkadaşımız kayıp, daha doğrusu polis kaybetti!
-Gazetecisin, yardımına ihtiyacımız var.
“Pozantı kaymakamının evi bombalanmış. Mersin’e gelen trende arama yapan polis, arkadaşımız Öğretmen Ali Uygur ve yanındakileri gözaltına almış. Kaç gün oldu, haber alamıyoruz. Öldürülmesinden korkuyoruz!’
Korku imparatorluğu kurulmuş, ortam kötü, Polisin astığı astık, kestiği kestik.
Hesap soracak kimse yok!
Türkiye kaynıyor. Faili meçhul cinayetler, infazlar, kurşunlamalar, ortalık tam bir kaos ortamı.
Böyle bir ortamda polise Ali Uygur’un ailesi ile gitmem gerektiğini söylüyorum.
-Aileyi çağırın!
İki gün sonra annesi, ablası, ufak kız kardeşi, eniştesi birlikte geldiler.
Onları Mersin Emniyet Müdürlüğü 1.Şube (Siyasi Şube) Müdürlüğüne götürdüm.
O zamanlar 1. Şube Müdürlüğü çarşı merkezindeki Mağazalar karakolu ikinci katındaydı. Şube müdürü Ömer Güneş, elinde dosyalar ile bir odadan diğerine geçerken, anne Uygur’a, Ömer Güneş’i işaret ettim. ‘Oğlunuzu sorun’ dedim. Bu arada beni fark eden Güneş afalladı. 1. Şube’de işkencecilerin başı, Gestapo müdür, Ömer Güneş’ti...
Günümüzde ise Mersin’in işkencecisi Hanifi Avcı gösteriliyordu. Hoş O’nun da Ömer Güneş’ten kalır yanı yoktu...
Ancak perde arkasında kalmayı başaran Ömer Güneş’i kimse konuşmadı. Hepimizin işkenceden geçirilme talimatını veren ve gözlerimiz bağlı iken bizzat işkence yaptıran Ömer Güneş'ti…
(Devamı gelecek…)