Kendimi avutuyor muyum?

Diye düşünüyorum, geçen onca acılı yıllar sonrasında.

Aman ne avutması diyorum.

Yaşadıklarımız bir gerçek!

Ama günümüzde pek bilen yok yaşadıklarımızı!

Bu nesil, yeni nesil;

Kimi hazıra konan, vurdum duymaz!

Kimi senin yaşadıklarına iç geçiren…

Ama yine de yaşanmışları bölüm, bölüm aktarmalıyım iç geçiren temiz gençlere.

1980 Haziran ayı. Ankara'da yazın serin günleri yaşanıyor. Okul bitti. Hüzünlü ayrılık çanları çalıyor.

Herkes sevdiğine sanki bir daha buluşmamak üzere sarılıyor...

Devrim meşalesi hep yanan, Atatürkçü okul. Aynı anda 25 bin öğrencinin yürüdüğü okul...

Gazi Eğitim Enstitüsü: Ankaralı tüm üniversiteli devrimcilerin, umut ve cesaret sembolü. Gurur abidesi...

Burada Devrimciler, aşklarını da bir başka yaşar.

Ölüme oynayan devrimcilerin aşkları da ölümünedir...

Ayrılık vakti gelmiş, tüm devrim sevgililerinin.

Yürekler buruk!

Yürekler yangın yeri!

Yürekler alev, alev!

Bu yıllarımız; Bağımsız Türkiye için, güzel bir geleceği olmasını istediği ülkesi için kellesini ortaya koyan devrimciler dönemi.

Herkes birbirini sever, sayar, emanete kucak açar.

İhanet asla olmaz!

Devrim ateşi, yüreğimizdeki sevgilinin aşkı gibidir...

Bu güzellikleri korkmadan yaşamak bizler için bir lütuf, diye düşünmüşümdür hep.

1980 Haziran hem mutluluğun hem de acının yoğrulduğu bir ay.

Mezuniyetimizi aldığımız tastikname ile perçimliyoruz.

Fikret Ünlü, Gazi Eğitim Enstitüsü Müdürümüz.

Hidayet Buğdaycı Türkçe Bölümü müdürümüz…

Her iki güzel insanın imzalarını taşıyan tastiknamelerimizle

noktalıyoruz yüksek eğitimimizi...

Dostlarımızın ağırladığı evlerinde, sevdiklerimize veda edip, akşamı ayrılıyoruz Ankara'dan, otobüslerimize binerek.

Bir daha dönmemek üzere  gidiyoruz baba ocağına,

Muhsin Sak’ın,  amcasının olan Mersin Seyahatle...

Ankara anılarımın şerit gibi geçtiği beynim yorgun düşmüş ki, pencere kenarında  uyuya kalmışım.

Birden uyandım!

Otobüsün içinde kimse yok!

Yaz günü ya,

Damağım da kurumuş!

Aksaray’da Orhan Ağaçlı tesislerindeyiz.

Otobüsün park ettiği yerin hemen arkasında küçük süs havuzunun fıskiyelerinden sular atıyor.

İndim kana kana suyundan içtim.

Havuzdan, Lokantaya doğru yürüyorum.

Otobüsün arka karanlık yerinde üç kişi yanımda peydahlandı!

‘Faşistler bizi dövdüler. Biz Kurtuluşçuyuz! Sen de devrimciysen, birlikte hareket edelim!” dediler.

Biliyorum, Aksaray Faşistlerin yatağı!

Dönem; astığın astık, kestiğin kestik dönemi!

İnfazlar başını almış gidiyor.

Öldürülen öldürülene…

Faşizmin kara bulutları her yanı sarmış…

Benim bu insanlara güvenmem mümkün değil!

Hemen futbolcuyu oynuyorum!

Bu arada otobüsün karanlık yerinden aydınlığa, lokantaya doğru adımlarımı da hızlandırıyorum.

Uzak doğu dövüş eğitimi almış biriyim.

Her türlü saldırıya karşı temkinliyim.

Korkmuyorum!

Ama gafil avlanmakta istemiyorum...

Lokantanın girişinde, merdivenlerin basamaklarını koşar adım çıkarken, bağırarak uçan tekme atan birinin üstüme doğru aktığını gördüm. Savunma refleksimle yana çekilip, sağ kroşe patlattığım faşist, boylu boyunca merdivenlerin üzerine kapaklandı.

 Çukurova ağzım bu ya; 'Allah'ını' dedim sadece, elimde olmadan.

Soluk soluğa salondan içeri daldım.  

Arkamdakiler, içeridekilere bağırarak;

‘Tutun bu kafiri, Allah’a küfür etti!” diyerek.

Birçok ilden yolcu dolu Lokanta, kurtuluşum olacak diye umutlanırken, her masadan birer ikişer insanların bana doğru geldiklerini gördüm! 

Yardım etmeyeceklerini anlamam uzun sürmedi.

Anladım. Faşistlerin tuzağına düştüğümü!

Yapacak bir şey yok.

Ya öleceksin!

Ya da da bu güruhlardan kurtulacaksın!

Her masadan mantar gibi biten insanların ortasındayım.

Vuruyorlar, vuruyorum…

Faşistlere teslim olmak yok.

Bir yaşlı yolcudan gayrı yardıma koşanda yok!

Güzel bir arbede sonrasında yediğim dayaktan, garsonlar halime acımış olacaklar ki, beni lokantanın hemen aşağısındaki mahsene indirdiler.

“Burada emin yerdesin. Sakın kımıldama!”

Yer hiç tekin değil. Hemen başka yere, insanların olduğu yöne kaçmak istiyorum.

Bu arada ufak bir çocuk yanıma geldi.

'Abi gel burada pencere var.  Dışarı açılıyor, otelin ışıklarına doğru koş. Orada insanlar var. Senin durumunu polise bildirirler!'

Bindiğim Mersin Seyahat otobüsünün şoförü,

korkutulunca beni oracıkta bırakıp Mersin’e devam etmiş.

Ben onca dayaktan sonra korktuğumu hissettirmeden, ulaştığım otelin vestiyerindeki gence bağırarak, ‘Ben gazeteciyim. Buranın sahibini çağırın’ diye seslendim.

Sonrasında bir araba ile üç kişi geldi. İçlerinden en genci ‘ben buranın sahibinin oğluyum.

Başına gelenlere çok üzüldük.

Sizi bizim araba ile buradan çıkartacağız. Aksaray’ın dışında bir başka otobüse teslim edeceğiz. Rahatça evinize gideceksiniz.”

(Dışarı çıkıp arabaya binerken, gördüğüm polis aracı  içindekilerinin hiçbir şeye müdahale etmemesi içimi burkmuştu.)

Öyle da yaptılar.

Beni Aksaray dışındaki lokantanın önünde başka bir otobüse bindirerek özür dileyip, yanlarından ayrılıncaya kadar beklediler.

...

Ve bir Gazi Eğitim Enstitüsü, ve bir gazeteci serüvenim,

aynı okuldan  yiğit devrimci Ali Uygur’un, Mersin kent mezarlığında sahipsizler adasında mezarını buluncaya kadar devam eder.

Ve işkence dolu gözaltılar ve cezaevi ile noktalanır...