KÖYÜN IŞIĞI TOPRAĞIN VE ŞİİRİN ADAMI 

Konur Köyü'nün bağlarını güneşle aydınlatan Toros Dağları'nın gölgesindeki Mehmet Ahi AK, her sabah sessizce güne uyanırdı. Sabahın ilk ışıklarıyla, babası Molla Yusuf’un mirasını omuzlarında hissederek kalkardı. Babası 1933 yılında imece usulüyle köye okulu yaptırdığında, köydeki herkesin aklında tek bir şey vardı: çocuklara bir gelecek sunmak. Ve Mehmet Ahi, bu geleceği devam ettirmenin sorumluluğunu daha genç yaşta yüreğinde taşımaya başlamıştı. Babası Molla Yusuf ona toprağın sadece toprak olmadığını, bir hatıra, bir miras ve kendisinden sonra geleceklere verilen bir söz olduğunu öğretmişti. Babasının köylülerin elleriyle yaptırdığı okul bu vaadin simgesiydi ve Mehmet Ahi bunun önemini her zaman hissetmişti. 

Mehmet Ahi, çocukluğunda öküzlerin işlediği tarlaları gördü ve köyün basit aletlerin sınırlarının ötesinde gelişebileceği bir geleceğin hayalini kurdu. Gençlik yıllarında, traktörün sesi henüz köy yollarında duyulmamıştı. O, tarlaları öküzlerle sürer, elleri toprakla haşır neşir olurdu. Toprağın sertliği, Mehmet Ahi’nin yüreğindeki yumuşaklıkla buluşur, ortaya sabırlı ve azimli bir çiftçi çıkardı. Fakat onun düşünceleri yalnızca çiftçilikle sınırlı değildi. Şiirler yazan, Behice Boran’ın sözlerini dikkatle dinleyen, halkının yararını gözeten bir köy aydınıydı o. 

 Mehmet Ahi’nin tahta sabanı kavramaktan nasırlaşmış elleri toprağın ritmini biliyordu; ama aklı başka şeylere, kelimelere, şiire, Behice Boran'ın konuşmalarında duyduğu fikirlere kayıyordu. O sadece bir çiftçi değildi; bir düşünürdü, bir hayalperestti ve eğitimin gücüne sarsılmaz inançlıydı. 

Muhtar olduğunda, babasının izinden gitmeye kararlıydı. Köyde yeni bir okul yapılmalıydı. Sabırla köylüleri bir araya topladı ve onlara bu okulun sadece bir bina değil, bir cankurtaran halatı, çocuklarının köy sınırlarının ötesine ulaşması, hayal kurması ve öğrenmesi için bir yol olduğunu hatırlattı. Okul yapmak, Molla Yusuf'un önderlik ettiği eski günlerde olduğu gibi, ortak bir çabaydı. Okul tamamlandığında sanki köy yeniden doğmuş gibiydi. Bir kez daha kollar sıvandı, hayaller taş taş üstüne konuldu. O okul sadece bir bina değildi; köy çocuklarının geleceğe açılan kapısıydı. Mehmet Ahi, bu kapıyı ardına kadar açtı. Köye hizmet etmek aile için bir ibadet gibiydi. Kızı Yadigâr AK’ta iki dönem muhtarlık yaparak köyüne hizmet etti. SHP Gülnar İlçe Başkanı ve İl Genel Meclisi üyeliği dönemimde, köye ilk kez asfalt yapıldı, Sağlık Evi açıldı ve Mersin İl Kültür Müdürü’yken de Konur Köyü’ne Halk Kütüphanesi açarak geleneği devam ettirdim.  

Çiftçilik hiçbir zaman kolay olmadı, özellikle de traktörlerin olmadığı dönemden önce. Sabanla elleri sertleşen Mehmet Ahi, teselliyi bağda bulurdu. Çiftçilik onun yaşamının merkezindeydi. Piyasa üzümleri alamayınca onları daha fazla bir şeye dönüştürdü; etrafındakilerle paylaştığı bir içeceğe. Zengin ve dünyevi şarap, toprağın kendisinden gelen bir hediye gibiydi; zor zamanlarda bile paylaşılacak, verilecek bir şey olduğunu hatırlatıyordu. Yüzlerce yıllık bağlarından aldığı üzümle gençlere şarap yapardı. Bağındaki üzümler alıcı bulmadığında, o üzümü pekmez yapar, pekmez küplerine şarap kurar ve bu şarabı dostlarıyla paylaşırdı. Her kadeh, Mehmet Ahi’nin cömertliğini ve toprağa olan bağlılığını hatırlatırdı. Köy yaşamının tüm zorluklarına rağmen, Mehmet Ahi ve eşi, yedi çocuklarını okutmayı başardılar. Çocuklarına yalnızca akademik eğitim vermekle kalmadılar; onlara dürüstlüğü, çalışkanlığı ve halkına hizmet etmeyi öğrettiler.

Sigara paketlerinin kâğıtlarına şiir yazar, tütün sarardı. Güneşin, Göcer Kayası’nın ardından battığı sakin akşamlar, Mehmet Ahi ve eşinin şiirleriyle daha bir anlam kazanırdı. Eşi Havva ise bu şiirlere bir yağmur gibi karşılık verir, onların hayatına dinginlik getirirdi. Şiir, onların dilinde yalnızca sözcük değildi; bir yaşam biçimiydi. En çokta Karacaoğlan, Âşık Cemali, Pir Sultan ve Nazım Hikmet şiirleri okurlardı. Mehmet Ahi’nin sözleri toprak gibiydi; güçlü, istikrarlı ve derinliklerle doluydu. Eşinin şiirleri ise yumuşak ve besleyici. Birlikte sessiz bir senfoni yarattılar, mısraları Konur Köyü'ndeki hayatlarını tanımlayan sevgi ve direnişi taşıyordu.

Döneminde okumanın ve koltuk altında taşımanın “komünizm propagandası” sayıldığı Cumhuriyet gazetesine ve Yürüyüş dergisine aboneydi. Gazeteyi kahvede okur, okutur, kare bulmacasını sever ve okuduğu gazeteyi çoğu kez kahvede bırakırdı. Herkesin okuması için bunu rutini haline getirmişti. Özellikle Çetin Altan ve Uğur Mumcu altını çizerek önemle takip ettiği yazarlardı.

O, Toros Dağlarının eteklerinde zulme karşı ailesiyle birlikte direnen bir Celâli’ydi. Köylünün nohuduna ve elmasına çöken komisyoncuyu, tefeci-tüccarı köylünün emek mücadelesine karşı büyük bir hınçla karşısına alırdı. Köylülerin ürünlerini daha iyi değerlendirmeleri için Köy Kalkınma Kooperatifi kurmuşlardı. 12 Eylül 1980 faşist yönetimince kooperatif kapatıldı ve Mehmet Ahi Ak gözaltına alındı.

Mehmet Ahi, sadece çiftçi, muhtar ya da baba değildi. O’nun günleri çalışmayla dolu olsa da akşamları düşünceyle doluydu. Kolektif eylemin gücüne inanarak, daha adil bir dünya hayaliyle Türkiye İşçi Partisi'nin ve Behice Boran’ın yolundan yürüdü. O, Türkiye İşçi Partisi’nin bir üyesiydi. Köy halkı onu yalnızca tarladaki, bağcılıktaki, elmacılıktaki başarısı ya da yaptırdığı okul için değil, aynı zamanda her zaman bir adım ötesini düşünmesi, köyün ötesine de bakabilmesi nedeniyle severdi. Ancak yine de bu düşüncelerin onu köyden uzaklaştırmasına asla izin vermedi. Tıpkı kendisinden önce babasının yaptığını gördüğü gibi, eyleme, sahip olduğu şeylerle elinden geleni yapmaya inanıyordu. Ve belki de bu onun çocuklarına verdiği en büyük armağandı; yalnızca onlara vermek için çok çabaladığı eğitim değil, aynı zamanda kendisinden daha büyük bir şeye adanmışlıkla yaşanan bir yaşamın örneğiydi. 

Mehmet Ahi AK, geleceğin öylece oluşmadığını, her gün alın teriyle, sözle, sevgiyle inşa edildiğini bilen bir adamdı. Sonuçta tarlalar, üzüm bağları, okul, köy; hepsi onun mirasının bir parçasıydı. Ama onun gerçek mirası, onu tanıyanların yüreklerinde, yetiştirdiği yedi çocuğunda ve yağmur sonrası üzüm bağlarının kokusu gibi hâlâ havada kalan şiir dizelerinde yaşamaya devam etti.

Köyde, toprakta, üzümlerde, şiirlerinde ve çocuklarının gözlerindeki ışıkta Mehmet Ahi’nin izleri hep kalacaktı. O, toprağın ve şiirin adamıydı; bir köyü geleceğe taşıyan, büyük bir gönüle sahip bir insandı.