Günümüzde, Adana ve Mersin gibi iki büyükşehir arasına sıkışmış, eski görkemli ve göz kamaştırıcı günlerinin bir hayli uzağında kalmış, aldığı göçlerle nüfusu 400 binlerin üzerine çıkmış ve Türkiye’deki pek çok ilden daha büyük olmasına rağmen varlığını hala kendi halinde mütevazı bir ilçe olarak sürdürmeye çabalayan Tarsus kenti; tarihsel açıdan bakıldığında dünyanın en önde gelen ve belli başlı kadim şehirleri sıralamasında ilk akla gelen en önemli şehirler arasında yer almaktadır. Tarsus kenti; dünyadaki, kuruluş yeri ve adı hiç değişikliğe uğramadan bugünlere kadar gelebilmiş olan Roma, Bologna, Venedik, Paris, Londra, Oxford, Kahire ve İskenderiye gibi az sayıdaki antik yerleşim yerlerinden birisidir. Bütün kadim şehirlerde olduğu gibi, kuruluş tarihi tam ve kesin olarak bilinememektedir.
Tarsus şehrinin Kuruluş yılları ve bu yıllarda yaşanan tarihi olaylar net ve kesin değildir. Yazının icadından önceki kadim dönemlere kadar uzanan bu tarihsel evreler, birtakım söylencelere ve sözlü tarih anlatılarına dayanmaktadır. Daha sonraki yıllarda yapılan çeşitli arkeolojik kazılar ve bilimsel araştırmalar sonucunda elde edilen kimi bulgulara dayalı olarak ise, Tarsus kentinin Kuruluş yıllarının Genç Tunç Çağı’nın sonlarına kadar gittiğine ilişkin bazı bilimsel öngörülerde bulunulmuş ve saptamalar yapılmıştır. Elimizde bulunan en eski, en somut ve güvenilir yazılı kaynaklara göre Tarsus’un, Milattan Önce 1650- 1200 yılları arasında Anadolu’da hüküm sürmüş olan Hitit Devleti döneminde kurulan bir Hitit şehri olduğu bilinmektedir. Çeşitli tarihçiler, Tarsus’un kuruluş tarihini, bazı yazıtlardan, Strabon ve Heredot gibi antik dönem tarihçilerinin yapıtlarından ve zaman zaman yapılan kimi arkeolojik kazılarda elde edilen çeşitli bulgulardan öğrenmeye çalışmaktadırlar. Tarsus’un kuruluş tarihinin, bu şekilde konuyu araştıran tarihçilerin kendi kişisel tahmin ve yorumlarına göre belirlenmesi alışkanlığı ve kolaycılığı nedeniyle; ortaya birbirinden çok farklı ve çok değişik kuruluş tarihleri çıkmıştır. Kimilerine göre Tarsus, 7-8 bin yıllık, kimilerine göre ise 8-10 bin yıllık bir şehirdir. Hatta son zamanlarda gelişen bazı ortam ve durumlarda Tarsus’un 20-30 bin yıllık bin yıllık bir şehir olduğunu iddia edenlere bile rastlanmaktadır. Doğaldır ki, böylesine kadim şehirlerin yaşları gün, ay ve yıl olarak bilinemez. Dünyadaki uygulamalarına bakıldığında, bu gibi şehirlerin yaşlarının kuruldukları yüz yıllar esas alınarak hesaplandığı görülmektedir. Yaşları ise, bin yıllarla ifade edilmektedir. Bu çeşit kadim şehirlerin yaşları genellikle, ”10 bin yıllık İstanbul şehri” ya da “13 bin yıllık Urfa şehri” gibi tümcelerle ifade edilmektedir. Tarsus gibi köklü bir tarihsel geçişe sahip olan şehirlerde yaşamak; bin yıllara dayalı tarihi birikim ve deneyimin mirasçısı olmak, çok zengin ve yüksek bir kültüre sahip bulunmak, tarih ve turizm kenti olmak ve çok zengin bir maddi servete ve kalıta sahip bulunmak gibi özellikler taşıması açısından büyük bir ayrıcalıktır. Haklı bir övünç kaynağıdır. Bu nedenle, Tarsuslu hemşerilerimiz, Tarsus tarihi hakkında konuşmayı çok sevmektedirler. Özellikle yerel düzeydeki kimi yöneticilerimiz konuşmalarında sık sık Tarsus tarihine atıfta bulunmaktadırlar. Konuşmalarına çoğunlukla, “Tarihi 7-8 bin yıllık geçmişe dayanan Tarsus’umuz” veya “8-10 bin yıllık Tarsus şehrimiz” gibi söylemlerle başlamaktadırlar. Bizler, Tarsuslular olarak tarihimizi çok seviyoruz. Konuşmalarımızı bir şekilde tarih bilgilerimizle zenginleştirmek istiyoruz ama, gerçek anlamda bu köklü tarihi öğrenmek için gereken hiçbir çalışmayı yapmıyor ve gayreti de göstermiyoruz. En azından ciddi kaynakları okumuyor ve bu konuda yapılan çeşitli araştırmaları izlemiyoruz. Kent tarihiyle ilgili bilgilerimizi çoğunlukla, ciddi bir tarih eğitimi ve bilgisi olmayan, kendisine tarihçi süsü vererek bu işten nemalanmak isteyen sözde meddahların anlatılarından ve çevresine allamelik taslayarak kolay yoldan kimlik, kişilik ve saygınlık kazanmak isteyen bazı bilgisiz kasaba gazetecilerinin yazdıkları yarısı ham hayal ürünü olan ucuz senaryolardan öğreniyoruz. Giriniz internete, Tarsus tarihiyle ilgili yazılanların büyük bir çoğunluğunun bu çeşit tevatür bilgilerden oluştuğunu ve ne yazık ki bunların büyük bir kısmının da bilgi kirliliği yaratmaktan başka hiçbir işe yaramadığını görürsünüz. Acı bir gerçeği itiraf etmemiz gerekirse bizler de genellikle Tarsus tarihine ilişkin bilgilerimizi, doğruluğunu ve bilimsel ciddiyetini sorgulamadan alelacele girdiğimiz bu elektronik kaynaklardan ediniyoruz. Sonra da kolaylıkla elde ettiğimiz bu yarım yamalak bilgileri sanki bir tekerleme gibi ezberden tekrar edip duruyoruz. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya kalkışıyoruz. Hiçbir Allah’ın kulu çıkıp da “yahu bu adam bunları söylüyor ama, bunlar gerçek midir, değil midir? Yoksa bu bilgiler uydurma mıdır? Verilen bu bilgilerin somut kanıt ve dayanakları nelerdir?” gibi sorular sorup, bu soruların cevaplarını da merak etmiyor. Bu süreç, büyük bir vurdumduymazlık içerisinde kendi kendisini tekrar edip duruyor. Örneğin, üzerinde konuşmaya pek de meraklı olduğumuz şu Tarsus kentinin yaşı konusunu ele almaya çalışalım. Tarsus’un yaşı konusunda, her önüne gelen o anda aklına ne gelmişse onu söylüyor. Nasılsa gerçekliğini bilen de olmadığı için, dinleyenler de kendilerine verilen bu yarım yamalak bilgileri doğruymuş gibi hemencecik kabulleniyor. Oysa, hiçte zor olmayan küçük bir araştırmayla verilen bu bilgilerin doğruluğunu anında test edebiliriz. Gerçekten doğru bilgileri öğrendikten sonra da bu bilgi ve tarihleri yerli yerinde ve doğru biçimde kullanabiliriz. Böylelikle konuyu bilenler karşısında bilgisiz ve cahil durumuna düşmekten ve gayrı ciddi bir görüntü vermekten de kurtulmuş oluruz. Şimdi özetle Tarsus’un yaşı konusunu açıklığa kavuşturmaya çalışalım. Bilindiği üzere; 1935 yılında Tarsus’a gelen Amerikalı bir ekip Tarsus-Gözlükule Höyüğünde ilk defa arkeolojik kazılar yapmaya başlamıştır. Bu kazıların finansmanı, Amerika’da kurulu Bryn Mawr College, Amerikan Arkeoloji Enstitüsü (AIA) ve Horvard Fogg Müzesi adlı kuruluşlar tarafından karşılanmıştır. Kazı ekibi, zamanının en ünlü arkeologları olan
Hetty Goldman, Machteld Johanna Mellink ve Theresa Goell adlı hanımefendilerden oluşmuştur. 1930’lu yılların en ileri arkeolojik kazı teknolojilerinin kullanıldığı bu kazılara; Çukurova’nın fazla tanınmayan Gözlükule Höyüğünde yerleşik hayatın gelişimine ışık tutacak bulguları açığa çıkartmak, o yıllarda henüz yeni yeni keşfedilen Hitit uygarlığının bölgedeki nüfuzunu anlamak ve Hitit yazılı kaynaklarında bahsi geçen Ahhiyawavalılar’ın Ege’deki Miken uygarlığıyla olan olası ilişkilerini araştırmak amacıyla başlanmıştır. 1939 yılına kadar süren bu kazılar sırasında, Hitit seramiğinin yanı sıra Kuzeydoğu Akdeniz ve Ege Bölgesindeki diğer yerleşim yerleri ile ilişkilerin varlığına işaret eden bulgular elde edilmiştir. Ayrıca, Gözlükule Höyüğünün; Orta Çağ, Roma ve Hellenistik dönemlerin kalıntıları altında Demir ve Tunç Çağının tüm evrelerini kapsayan bir yerleşme yeri olduğu tespit edilmiştir. İkinci Dünya Savaşının başlaması nedeniyle kazıların, birinci etap çalışmalarına 1939 yılında son verilmiştir. İkinci Dünya Savaşının bitmesinden sonra kazının ikinci etap çalışmalarına 1947 yılında başlanmıştır. Kazı çalışmaları 1949 yılında tamamlanmıştır. Bu uzman ekibin son derece sistematik ve dikkatli çalışmaları sonucunda, Tarsus’taki yaşamın 9 bin yıllık tabakaları açığa çıkartılmıştır. Elde edilen tüm buluntuların o zaman bölgenin tek müzesi olan Adana Müzesine teslim edildiği söylenmektedir. Bazı söylentilere göre ise de buradan çıkartılan tarihi eserlerin bir kısmı Amerika’ya götürülmüştür. Bu kazı çalışmaları sonucunda elde edilen bulgular
, 1950 Yılında Amerika’daki Princeton Üniversitesi Yayınevi tarafından üç cilt olarak bastırılmış ve yayımlanmıştır. Anadolu arkeolojisinin temel eserleri ve başyapıtı olarak kabul edilen bu yayınlar, Tarsus Gözlükule Höyüğünün uluslararası bilim dünyasında tanınmasını sağlamıştır. Bu eser kısa zamanda Doğu Akdeniz için çalışmalar yapan bilim insanlarının en önemli başvuru kaynaklarından birisi haline gelmiştir. Söz konusu bu eser aynı zamanda Tarsus kent tarihi araştırmalarının da bilimsel anlamda halen geçerli olan en temel ve en önemli kaynakları arasında yer almaktadır. Burada tespit edilmiş olan bilgiler bizlere Tarsus şehrimizin 9 bin yıllık bir yerleşim yeri olduğunu göstermektedir. Sosyal bilimlerde kesinlik yoktur. Ancak, yapılacak daha başka bilimsel araştırmalarla yeni bulgular ortaya çıkarılıp, Tarsus’un yeni yaşı ortaya konuluncaya kadar Tarsus’un 9 bin yaşında bir kent olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. Gözlükule Höyüğünde ayrıca; 1935 yılındaki kazıları finanse eden yine aynı Bryn Mawr College ile Boğaziçi Üniversitesi iş birliğiyle 2001 yılında yeni bir proje geliştirilmiş ve höyük ve çevresindeki kazı ve araştırmalara 2007 yılında yeniden başlanmıştır. Bu arkeolojik kazılar halen devam etmektedir. Buradaki çalışmalarda şimdiye kadar mevcut paradigmayı değiştirecek yeni bulgu ve bilgiler elde edilememiştir. İlginçtir, Gözlükule’deki mevcut kazıyı yürüten Boğaziçili bilim insanları gurubu da bilimsel ve yerinde bir yaklaşımla 1950 Yılında Amerika’daki Princeton Üniversitesi Yayınevi tarafından yayınlanan
Hetty Goldman ve ekibinin bulgularını, veri ve değerlendirmelerini doğru ve geçerli olarak kabul etmektedirler. Tarsus’un kent tarihine ilişkin olarak ayrıca, Mersin Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Arkeoloji Bölümünden bir grup bilim insanı “Tarsus Hinterlandı Arkeolojik Yüzey Araştırmaları Projesi” adlı bir çalışmayı yürütmektedirler. Tarsus Ticaret ve Sanayi Odası’nın da desteklediği bu proje halen devam etmektedir. Sonuçlarına ilişkin değerlendirmeleri içeren bilimsel makaleler, uluslararası geçerliliği olan hakemli bilimsel dergilerde (Science Indeks) yayımlanmamıştır. Bu nedenle, söz konusu bu bilgiler henüz bilimsel geçerlilik kazanamamıştır. Bütün bu bilgiler bizlere, 1950’li yıllarda Hetty Goldman ve ekibinin ortaya koyduğu bilgi ve bulguların henüz aşılamadığını ve Gözlükule kazılarının Tarsus kent tarihi araştırmalarındaki yerini ve önemini hala aynı şekilde koruduğunu göstermektedir. Bizim ülkemizde kent tarihçiliği ne yazık ki yeterince gelişememiştir. Umut ederiz ki, bu alan da tıpkı gelişmiş batı ülkelerindeki gibi gelişir ve önem kazanır da insanlarımız içinde yaşadıkları kentlerin tarihini doğru ve ayrıntılı bir biçimde öğrenme olanağına kavuşurlar.