Arapça kökenli bir sözcük olan Cumhuriyet sözcüğü, adı üzerinde çağdaş bir yönetim biçimidir. Kısaca ifade etmek gerekirse “halk yönetimi” ya da “halkın kendi kendini yönetimi” şeklinde tanımlanabilir. Çeşitli yönetim sözlüklerinde yapılan bu şekildeki tanımlamalardan açıkça anlaşılacağı gibi “cumhuriyet”; günümüzde, dünyadaki pek çok ülkede rastladığımız köklü ve çağdaş bir devlet yönetim biçimi olmanın yanında aynı zamanda egemenliğin, devletin bütün yurttaşları tarafından kullanıldığı bir siyasal örgütlenme biçiminin de adıdır. Çağdaş cumhuriyet yönetimlerinde temel unsur, yurttaşların egemenliğidir. Bu sistemde yurttaşlarla devlet arasındaki ilişki, anayasal vatandaşlık bağıyla belirlenir. Bütün kişiler ve yurttaşlar yasalar önünde eşittirler. Bu kişiler arasında soy, köken ve ırk, din ve mezhep, siyasi görüş ve düşünce, cinsiyet, zenginlik gibi ayrımlar yapılamaz. Bütün yurttaşlar, sadece bir devletin yurttaşı olmakla bir ulus oluştururlar. Tüm yurttaşlar, kamu hizmetlerinden ve devletin sağladığı tüm olanaklardan özgür ve eşit biçimde yararlanma hakkına sahiptirler. Bu hakların başında ise, egemenliğin kullanılma hakkı gelir. Uygarlık tarihi sürecinde Cumhuriyet yönetimlerine geçilmesi hiç te öyle sanıldığı gibi kolay olmamıştır. Bunun için yüzyıllar süren çok kanlı savaşlar yapılmış ve zorlu süreçlerden geçilmiştir. Tarihte, bugün anladığımız anlamdaki Cumhuriyet yönetimlerine ilk olarak 1789 Fransız Devrimiyle geçildiği kabul edilmektedir. 1789 Fransız Devrimi tüm dünyayı etkilemiş ve derinden derine sarsmıştır. Bu tarihten sonra Cumhuriyet yönetimi, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm dünya ülkelerine hızla yayılmıştır. Bundan kısa bir süre sonra Cumhuriyet yönetimi, çağdaş bir devletin olmazsa olmaz yönetim biçimi haline gelmiştir. Bizim tarihimizdeki Cumhuriyet devrimcileri de Fransız Devrimi’nden etkilenmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde de mutlak hanedanlık yönetimlerine son verip halk egemenliğine dayalı bir Cumhuriyet yönetimini kurabilmek için ta 1800’lerden başlamak üzere çok kanlı ve zorlu mücadeleler vermişlerdir. Ancak böyle bir çağdaş Cumhuriyet yönetimini kurma başarısını sadece, başında Mustafa Kemal Atatürk’ün bulunduğu devrimci kadro gerçekleştirebilmiştir. Cumhuriyet, bu kadro tarafından 29 Ekim 1923 günü ilan edilmiştir. Şüphesiz ki bu olay, bütün bir Türk tarihinin en büyük devrimidir. Bu özelliği nedeniyledir ki, Cumhuriyet devrimcilerinin bilincindeki ve gönlündeki yerini her zaman koruyacaktır. Bu kutlu gün aynı zamanda, büyük bir ulusal bayram günü olarak da kabul ve ilan edilmiştir. Cumhuriyet Bayramı, her ne kadar bir takım önyargılı aymazlarca görmezden gelinip değersizleştirilmeye ve unutturulmaya çalışılsa da Cumhuriyetin sağladığı olanakları içselleştirememiş kimilerince somut hiçbir dayanağı olmadan ve tamamen subjektif bir biçimde “…maalesef (…) Cumhuriyet, bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir” biçiminde yorumlansa da yurttaşlarımız tarafından her yıl daha da artan haklı bir sevinç, coşku ve gururla kutlanmaktadır. Bu en büyük ulusal bayramımızın kısa tarihsel öyküsünü, anlam ve önemini açıklamaya geçmeden önce, Cumhuriyet kavramına ilişkin bazı irdelemeler yapılmasında konunun tarihselliğinin ve işlevselliğinin anlaşılması bakımından çeşitli yararlar bulunmaktadır. Bilindiği üzere; Anayasamızın devletin şeklini belirleyen birinci maddesinde “Türkiye Devleti, bir “Cumhuriyet’tir” hükmü mevcuttur. Bu nedenledir ki Cumhuriyet kavramı, ilköğretimin ilk yıllarından başlamak üzere, hemen hemen her öğrencimize ve her yurttaşımıza öğretilmeye çalışılmaktadır. Öyle olmasından ötürüdür ki aramızda, bir şekilde “Cumhuriyet” sözcüğüyle karşılaşmamış olanımız veya öğretmenleri tarafından en azından Cumhuriyet Bayramlarında verilen ödevler nedeniyle “Cumhuriyet” kavramı üzerinde çalışmamış olanımız nerdeyse yok gibidir. O günlerden anımsayacak olursak, uygarlık tarihi sürecinde, bir devlet yönetim biçimi olarak “Cumhuriyet” düşüncesinin ortaya çıkışı ve gelişiminin kökenleri tarihin çok eski devirlerine; hatta, ta Antik Yunan site devletlerine kadar gitmektedir. Örneğin Milattan Önce 509 yılından Milattan Önce 27 yılına kadar geçen sürede Roma Devleti, kendisini bir “Cumhuriyet” olarak tanımlamıştır. Ancak, bu Cumhuriyetin bugün anladığımız anlamdaki “Cumhuriyet” yönetimleriyle uzaktan veya yakından hiçbir benzerliği ve ilgisi yoktur. Çünkü Antik Roma Devleti, sınıflı bir toplum yapısına sahiptir. Ve bu mutlak yönetimde, soylular sınıfına dahil olmayan halk kesimlerine ve kadınlara oy kullanma hakkı verilmemiştir. Dolayısıyla halkın egemenlik hakkını kullanması, yani kendi kendisini yönetmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Tarihsel süreçte “Cumhuriyet” sözcüğü, kimi zaman egemenliği elinde bulunduran bir oligarşinin, bir sosyal sınıfın, bir dinsel cemaat veya grubun ya da bir siyasal partinin ele geçirdikleri siyasal iktidarlarının, niteliklerini halktan ve dünya kamuoyundan gizlemek için başvurdukları bir etiket olarak da kullanılmıştır. Örneğin, tek partinin egemen olduğu Çin, kendisine Çin Halk Cumhuriyeti, yine dini bir cemaatin ve bu cemaate önderlik yapan ruhbanlar sınıfının egemen olduğu İran ise kendisine, İran İslam Cumhuriyeti adlarını verebilmiştir. Bir yönetim kendisine “Cumhuriyet” adını vermekle gerçek anlamda bir Cumhuriyet niteliği kazanamaz. Cumhuriyet yönetiminin en belirgin ve temel özelliği; o toplumda bireysel ve kamusal tüm özgürlüklerin Anayasalarda tanımlanmış olması ve egemenliğin ise seçilmiş temsilciler aracılığıyla halk tarafından kullanılmasıdır. Aslında çağdaş Cumhuriyet, aydınlanma çağının bir ürünüdür. Ve mutlakiyet yönetimlerine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Diğer özellikleri bakımından halkçı ve laik olması gereken Cumhuriyet yönetimleri, başlangıçta bir kral veya padişaha, kilisenin egemenliğine, yakın zamanlarda ise sömürgeci güçlerin işgal yönetimlerine karşı başkaldıran Cumhuriyet devrimcilerinin zorlu mücadeleleri sonucunda kurulabilmiştir. Türk siyasal yaşamında ise, Cumhuriyet mücadelesinin 200-250 yıllık hayli uzun ve zorluklarla dolu bir geçmişi vardır. Bu uğurda nice isimsiz kahraman, ağır bedeller ödemiş, büyük acılar çekmiş ve hatta canını bile vermekten geri durmamıştır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bizim siyasal tarihimizde vatan ve halk egemenliği kavramlarını ilk ortaya atan Namık Kemal, Mizancı Murat gibi Jön Türklerin; Ali Süavi’lerin, Mithat Paşa’ların, 2. Meşrutiyet için mücadele veren Özgürlük Kahramanı Resneli Kolağası Niyazi’lerin, “Hürriyet, Musavvat, Uhuvvet” yani günümüz Türkçesiyle, Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik sloganıyla yola çıkan özgürlük aşığı meşrutiyetçilerin mücadelelerini sürdürmüştür. Bir farkla ki, onlar savaşımlarında başarılı olamamışlardır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk ise, 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyeti ilan ederek bu Anayasa ve özgürlük mücadelesini zaferle sonuçlandırmasını bilmiştir. Bu kutlu olay, bilinen iki bin yıllık Türk Devlet Yönetim Tarihinin en büyük kırılma noktası, dönüşümü ve devrimidir. Çünkü tarihte kurulan Türk devletleri her zaman hanedan aileleri tarafından, babadan oğula geçen mutlak yönetim biçimleriyle yönetilmişlerdir. Bu mutlak yönetimlerde, halkın bırakın yönetim üzerinde en küçük bir söz sahibi olmasını, belirli durumlarda can ve mal güvenlikleri bile söz konusu olmamıştır. İşte, aradan geçen bu iki bin yıllık zaman içerisinde ilk kez Gazi Mustafa Kemal Atatürk, yönetim biçimini değiştirebilme başarısını göstermiştir. Türk devlet yönetiminde ve toplumsal yaşamında tarihsel bir dönüm noktası olan Cumhuriyet Devrimini gerçekleştirebilmiştir. Yaptığı bu köklü devrimle; gücünü tanrıdan aldığını iddia ederek babadan oğula keyfi bir yönetim sürdüren hanedanların tekellerinde tuttukları iktidar gücünü bunların ellerinden almıştır. Ülkenin yönetim erkini kayıtsız ve şartsız olarak halka vermiştir. Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte artık köhnemiş, tüm işlevlerini yitirmiş ve çağın çok gerilerinde kalmış olan Osmanlı hanedanına dayalı meşrutiyet yönetimlerine son verilmiştir. Yerine, çağdaş bir yönetim biçimi olan Cumhuriyet kurulmuştur. Anayasal bir düzen kurularak, vatandaşların tüm hak ve özgürlükleri yasal güvencelere kavuşturulmuştur. İşte Cumhuriyetin ilanının büyüklüğü buradan gelmektedir. Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Cumhuriyeti kuran kadro tarafından Cumhuriyet, halk egemenliğine dayalı bir yönetim biçimi olmanın yanında aynı zamanda bir çağdaşlaşma ve uygarlaşma yol ve yöntemi olarak da seçilmiştir. Çünkü, binlerce yılın şartlanmışlığı içerisinde koyu bir dinsel tutuculuğa mahkûm edilmiş olan Osmanlı toplumu, gelişmiş batılı toplumlar gibi Rönesans ve Reform hareketlerini yapamamış, aydınlanma çağını ıskalamış ve sanayi devrimini gerçekleştirmemiştir. Bu nedenlerle çağının gerisinde kalmıştır. İşte cumhuriyet yönetimi, bu durumdaki bir toplumun, mümkün olan en kısa bir sürede aydınlanmasını sağlayıp, sanayi devrimini gerçekleştirmesi ve çağdaş uygarlık düzeyine yükselmesinin bir aracı olarak görülmüş ve bu amaçlarla uygulanmıştır. Bu çağdaşlaşma ve uygarlaşma yolunda da tüm noksanlıklarına karşın eski ve köhnemiş, artık çağının gerisinde kalmış yönetimlerle karşılaştırılamayacak derecede başarılı olmuştur. İçerisinde yaşadığımız çağda ve bugün geldiğimiz noktada Cumhuriyet yönetiminden, tam bağımsızlıktan ve gerçek demokrasiden vazgeçilmesi ve eski meşrutiyet yönetimlerine benzer işlevsiz yönetimlere geri dönülmesi gibi bir durum söz konusu dahi değildir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Büyük Nutkunun sonunda yer verdiği Gençliğe Hitabesinde dile getirdiği ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık ruhuna ve idealine sahip olan yurtsever gençlik ve duyarlı yurttaşlar var oldukça, yine Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisine yapılmak istenen İzmir suikastının ardından ifade ettiği gibi “naçiz vücudu elbet bir gün toprak olacaktır ama, Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayacaktır.” Çağdaş Cumhuriyetimizin kuruluşunun 99. Yıldönümü tüm halkımıza kutlu olsun.
MEÜ. E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL