Hemen hemen dünyanın her yerinde, bir eli yağda bir eli balda, vur patlasın çal oynasın diyerek gününü gün eden bir avuç mutlu azınlığın dışında; toplumun asıl ve en önemli bölümünü oluşturan orta ve düşük gelirli yoksul halk kesimleri, yaşamlarını büyük zorluklar içerisinde sürdürmek zorunda kalmışlardır. Onlar için günlük yaşam, her zaman çözümlenmesi zor ve ağır sorunlarla dolu, hayli meşakkatli bir süreç olmuştur. Daha çok vahşi kapitalist sistemlerde ve verili yani, sınıflı toplum yapılarında görülen bu karakteristik özelliklerin, ülkemiz ve toplumumuz için de aynen geçerli olduğu söylenebilir. Hatta, ülkemizde yaşayan işçiler, memurlar, emekçiler, emekliler, orta ve düşük gelirli esnaf ve sanatkârlar ve serbest meslek mensupları, günlük yaşamda karşılaştıkları hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısı gibi zorlukların yükünü, öteki ülke insanlarından daha çok üzerlerinde hissetmişlerdir. 100 Yılın felaketi Covid-19 pandemisi sonrasında dünya ekonomisinde bazı sıkıntılar görülmeye başlanmıştır. Doğal olarak bu sıkıntıların ülkemiz ekonomisine de bazı olumsuz yansımaları olmuştur. Esasen Türkiye ekonomisi zaten, epeyce uzun sayılabilecek bir süreden beri çeşitli sarsıntılar geçiriyordu. Bunun üzerine bir de yüksek enflasyon, dış ödemeler dengesi açığı, bütçe açıkları, yüksek döviz kurları, görülmemiş derecede yüksek kaynak israfı, karşılıksız para basılması, enerji darboğazı, hammadde, temel gıda maddeleri ve yüksek teknoloji ürünü araç ve gereçlerin temininde dışa bağımlılık, sıcak paraya bağımlılık, servet ve gelir dağılımında bozukluk, kronik işsizlik, verimsiz üretim, ücretlerin düşüklüğü, hayat pahalılığı, beyin göçü ve üstüne üstlük bir de genel ekonominin bilimsel gerçeklerden uzak bir şekilde kötü yönetimi gibi yapısal ve kronik bozukluklar da eklenince, iş iyice kontrolden çıktı. Tabii ülke ekonomisinin genel yapısındaki bu bozukluklar, yoksul ve dar gelirli halkımızın günlük yaşamına, temel ihtiyaç maddelerine ve özellikle de gıda fiyatlarına her gün yapılan yüksek oranlı zamlar şeklinde yansıdı. İş o dereceye vardı ki, hemen hemen zam yapılmayan gün geçmez oldu. Bu durum, dar gelirli ve yoksul halkımızı adeta canından bezdirdi. Hayat pahalılığından duyulan yakınmalar en üst katlara, en yüksek makamlara kadar ulaştı. Ulaştı ulaşmasına ama, ne yazık ki bu yakınmalar, fiyat artışlarının durdurulmasına ve hayat pahalılığının ateşinin birazcık da olsa söndürülmesine yetmedi. Yapılan yüksek oranlı zamlara bir türlü çare bulunamadı. Ülkemizde, gıda fiyatlarına ve temel tüketim maddelerine zam yapılması, her dönemde rastlanan olağan bir durumdu ama, bir litre mazotun fiyatının 36.—TL’yi geçmesi, bir mutfak tüpünün fiyatının 500.-TL’ye yükselmesi, İstanbul’un bazı ilçelerinde bir ekmeğin fiyatının 7,5.-TL, yaz aylarına girilmiş olması nedeniyle fiyatlarında büyük düşüşler beklenen yaş sebze ve meyvede bile, örneğin bir kilo domatesin kilosunun 20.-TL, bir kilo kuru soğanın kilosunun 11.-TL ve bir kilo patatesin kilosunun 16.-TL olması gibi durumlar, tarihin hiçbir döneminde söz konusu olmamış ve görülmemişti. Hele hele üretimlerinin çokluğu nedeniyle yaz aylarında bazen yollara dökülen domates, ucuzluğun simgesi haline gelmiş olan ekmek, kuru soğan ve patates gibi zorunlu tüketim maddesi fiyatlarının bu kadar artmış olması olgusu halkımız için kolaylıkla anlaşılabilecek bir şey değildi. Evet, şaka değil, tamı tamına gerçek. Hasadının yapıldığı şu aylarda çoğunlukla fiyatının ucuzluğu nedeniyle tarlalarda kalan ve bazen de çeşitli hayırseverlerce çuval çuval bedava dağıtılan patatesin kilosu 16-20.-TL’den satılmaktaydı. Bu nedenle baş tacı edilen ve manav tezgahlarının baş köşesine yerleşmiş olan patates, zam şampiyonu olmuş, belki de tarihinde ilk defa yaş sebze ve meyvelerin sultanı haline gelmişti. Zorunlu tüketim maddesi olma özelliği taşımaları nedeniyle günlük yaşantımızın ve egemen yeme içme kültürümüzün ayrılmaz bir parçası olan sebze ve meyveler ve bunlara benzer daha başka bitki ve yiyecekler, bazı durumlarda toplumca yaşanan özel bir dönemle özdeşleşmişler ya da o dönemin simgesi haline gelmişlerdir. Örneğin Osmanlı Devleti’nde Padişah III Ahmed’in saltanatının son 12 yılına rastlayan, dönemin özelliği dolayısıyla şair Nedim’in “Bu devir, ney, mey ve hey hey devridir” diye tanımladığı 1718-1730 yılları arasındaki döneme “Lale Devri” adı verilmiştir. Yine 1950’li yıllarda dönemin DP iktidarınca karşılıksız para basılması dolayısıyla yaşanan yüksek enflasyon nedeniyle, temel bir besin maddesi olan kuru fasulyenin satış fiyatının 7,5.-TL’ye çıkmasına tepki gösteren halkımız, söz konusu bu olayı; o eşsiz ve benzersiz hiciv yeteneğiyle dile getirdiği “Bu fasulye yedi buçuk lira// Hem kaynasın hem oynasın// Yandan Halime’m, yandan// Severim seni candan” Türküsüyle protesto etmiştir. Bu Türkü bugün bile hala dillerde dolaşmakta ve çalınıp söylenmektedir. Yine bunlar gibi patates te öyle sıradan bildiğimiz, sadece basit ve ucuz bir sebze değildir. Günümüzde patates te tıpkı buğday gibi ekonomik olmanın yanında aynı zamanda stratejik bir bitkidir. Gerçi patatesin adına türküler yakılmamıştır ama o, William Shakespeare gibi, Cemal Süreya gibi ünlü şairlerin şiirlerine, Rıfat Ilgaz gibi ünlü yazarların romanlarına ve Vincent Willem van Gogh gibi ünlü ressamların tablolarına konu olmuştur. Dünya tarihinin değişmesinde önemli roller oynamıştır. Ünlü İtalyan bilim insanı Umberto Eco patatesi “insanlığın orta çağdan kurtuluşunu sağlayan en önemli buluş” olarak değerlendirmiştir. Dünyaca ünlü tarihçi William H. McNeill ise 1999 yılında yazdığı, “Patates Dünya Tarihini Nasıl Değiştirdi?” Başlıklı makalesinde bu durumu "Amerika kıtasından gelen patates, kıtlık sorunuyla yüz yüze olan Kuzey Avrupa'yı yok olmaktan kurtardı, şehirleşmeye ve zenginleşmeye olanak sağladı" sözleriyle açıklamıştır. Latin Amerikan mitolojisinde patates için bazı fantastik öyküler anlatılmaktadır. Bu öykülere göre patates, And Dağları’nın yerli halkları için gıda arz güvencesini sağlayan kutsal bir bitkiydi. Çok tanrılı bu kültürler için en önemli tanrılardan birisi olan patates tanrıçası Axomama, toprak ana Pachamama’nın kızıydı. Yapılan çeşitli arkeolojik kazılarda ortaya çıkartılan çoğu mezarlarda, patates tanrıçası Axomama’nın heykellerine rastlanmıştır. Bu heykeller, patatesin Latin Amerikan halkları için ne kadar kutsal sayıldığının önemli bir göstergesidir. And Dağları’nın bazı bölgelerinde eski gelenek ve göreneklerini sürdüren bazı yerli halklar, hasat ettikleri ilk patateslerden bir kısmını taş yığınları arasına gömüp pişirerek bu patatesleri Pachamama’ya sunma ritüelini hala sürdürmektedirler. Bu şekilde fırınlanmış patateslere de pachamanca adı verilmektedir. Bu yemek günümüz mutfaklarına “Kumpir” adıyla girmiştir. Patates, Amerika kıtasının keşfinden sonra, 1534 yılında Avrupa’ya gelmiştir. Önceleri pek beğenilmemiştir. Belli bir zaman geçtikten sonra tüketimi hızla artmaya başlamıştır. Bazı yerlerde “İncil” de adı geçmediği için şeytan bitkisi olarak görülmüş ve yenmesi günah sayılmıştır. Patates ekimi ilk olarak XVII. Yüzyıl başlarında yoksulluğun çok yaygın olduğu İrlanda da artmaya başlamıştır. Daha sonra Almanya, Fransa, Macaristan gibi ülkeler başta olmak üzere tüm Avrupa ülkelerine yayılmıştır. Türk tarihinde ise patates, bazı kıtlıkların aşılmasında çok önemli ve belirleyici işlevler görmüştür. Patatesin Türkiye’ye ilk kez ne zaman geldiği kesin olarak bilinmemektedir. Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren belirli oranda yetiştirilmeye başlandığı hakkında çeşitli bilgiler mevcuttur. Patatesin Osmanlı toplumu tarafından benimsenerek ekonomik bir ürün ve gündelik hayatın bir parçası olma süreci ise 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın başlarına kadar devam eden bir süreçte gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti’nde Padişah Abdülaziz döneminde 1873-75 yıllarında Orta Anadolu’da yaşanan kıtlık patatesin ekimine başlanması açısından önemli olmuştur. Kıtlık, Orta Anadolu’da 1870 yılından itibaren görülen verim düşüklüğü ile başlamış ve 1873 yılında halkın yiyecek bulamaz hale gelmesine neden olmuştur. Bunun sonucunda açlıktan kaynaklanan kitlesel ölümler yaşanmıştır. Daha önce de 1845-47 yılları arasında bölgede yaşayan halk açısından çok kötü sonuçlar doğuran kıtlıklar görüldüğü için patates ekiminin Anadolu’da yaygınlaştırılması bir kurtuluş olarak görülmüştür. Patatesin tüketiminin yaygınlaştırılması için gazetelerde yazılar yayımlanmaya başlanmıştır. İstanbul’da yayımlanan Basiret Gazetesi sahibi Basiretçi Ali Efendi, “Orta Anadolu’da patates tarımının yapılması durumunda kıtlığın bu kadar vahim sonuçlar doğurmayacağını” ileri sürmüş ve “Orta Anadolu’ya patates gönderilip tohumluk olarak kullanılması” çağrısında bulunmuştur. Padişah Abdülaziz’den sonra tahta geçen II Abdülhamit döneminde de halk açısından sonuçları korkunç boyutlara ulaşan kıtlık dalgaları yaşanmıştır. Durumun ne kadar vahim olduğunu bu yıllarda Anadolu’da görev yapmış olan İngiltere’nin Anadolu Başkonsolosu Charles William Wilson’un anılarında dile getirdiği “1882 kışında Anadolu köylüsü o kadar kıt kanaat geçiniyor ki, ne kadar açlık çektiğini kestirmek zordur.” Sözlerinden anlamamız mümkündür. II Abdülhamit’in tahta geçtiği 1876 yılında patatesin, Adapazarı bölgesinde yetiştirilmesinde Hüdavendigar (Bursa) valisi Ahmet Vefik Paşa'nın büyük katkıları olduğu bilinmektedir. Patates, toprak kokan bir ürün olduğu için çok ilgi görmemiştir ama, 15 yıl boyunca öşür vergisinden muaf tutularak tarımının yaygınlaştırılmasına çalışılmıştır. Bu dönemde patates tarımının yapılıyor olması nedeniyle en az iki milyon insanın açıktan ölmeyerek yaşamını sürmeye devam ettiği tahmin edilmektedir. Yine aynı şekilde yapılan bazı resmi tahminlerde; I. Dünya Savaşında 3-4 milyon, II. Dünya Savaşında ise 6-7 milyon insanın kolaylıkla yetişen ve ucuz bir şekilde elde edilebilen patates sayesinde ölmekten kurtuldukları ve hayatta kalabildikleri belirtilmektedir. 20 yüzyılın başlarında birbirini izleyen savaşlarla yoksullaşan Türkiye’nin açlıkla mücadelede etmek için üretimini teşvik ettiği patates, o yıllarda bile bugünkü fiyatıyla kıyaslanamayacak derecede ucuza temin edilebiliyordu. Öyle görülüyor ki, sofralarımızda ekmekten sonra en çok tükettiğimiz, bolluğun, bereketin ve ucuzluğun simgesi ve günümüzün zam şampiyonu olan patates, içinde yaşadığımız bu döneme damgasını vuracak ve belki de bu süreç, siyasi tarihimize patatesin sultan olduğu bir dönem olarak geçecek ve öyle de anılacaktır.
E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL