‘’Bir şeyi resmetmek için evvela o şeyin kendisi olmak gerekir’’ Dante

Bir devirden etkilenmek, o devirden uzak olmak ya da yakın olmakla alakalıdır. Devirin etkilerini anlayan uluslar ile o devire sırt çevirenlerin farkı klişe deyim ile her an gözümüzün önünde gelip geçiyor. Yaşadığınız kentler ve mekânlar da yaşadığınız çağın etkilerinin bir çıktısı aslında.

İkinci dünya savaşının yaşandığı 1939’lı yıllarda ünlü Alman eleştirmen Yahudi kökenli Walter Benjamin’in gestapoyla başı dertteydi. Hannah Arendt Benjamin’in öldükten sonra yazılan notlarının önsözünde O’nun için uzun bir yazı kaleme alır. Benjamin’in Amerika’ya gitmek isterken İspanya sınırında Nazilerin eline düşmemek için intihar etmeden önce gittiği Paris’teki yaşamına (Benjamin 1913’de Paris’tedir) ilişkin Paris şehri için söyledikleri hep hafızamın bir yerinde kalır. Bakın Arendt 1913’lerde ki Paris’i nasıl anlatmış;

Paris'in Benjamin'in daha 1913'de keşfettiği bulvarları, ‘’içinde oturmak için yapılan evlerden değildi de aralarında gezip tozmak için inşa edilen taş kümelerinden’’ oluşmaktaydı sanki. Kentin etrafında bir daire çizercesine dolaşırken eski kapılardan geçmek hala mümkündü; Paris, Ortaçağ’ın kentleri eskiden nasılsa öyleydi. Dışarıya karşı surlarla çevrilmiş ve korunmuştu;ama kentin sokakları Ortaçağ sokakları gibi dar değildi. İçte cömertçe yapılmış ve planlanmış açık alanı üzerinde görkemli bir tavan gibi gökyüzüne bir kemer uzanıyordu.

Bir kentin surlarla çevrilmesi, modern çağda bir bakıma antidemokratik ya da dünyadan izole edilmiş bir algı oluştursa da, bana sanki yaşadığınız kentin diğer kentlerden bir farkı varmış gibi bir his veriyor. Arendt bu tasvirinde haksız değil gibi.

Arendt’in bir de Paris’in evleri, sokakları, caddeleri ve bulvarlarına dair gördükleri var. Okurken bizim çöplüğe çevirdiğimiz şehirlerimiz aklımıza gelir;

Paris'te bir yabancı kendini evindeymiş gibi duyumsar; çünkü kendi dört duvarın arkasından yaşadığı biçimde kentte yaşar. Ve nasıl ki bir kişi bir dairede oturur, oraya sadece uyumak, yemek yemek ve çalışmak için kullanmak yerine yaşanacak bir yer haline getirir. Bir kenti de benzer şekilde içerisinde amaçsız dolaşarak, sokakları süsleyen ve önlerinden kent yaşamının geçip gittiği sayısız kafede oturarak yaşanacak bir yer yapar. Paris büyük kentler arasında rahatlıkla yürüyerek gezebilecek tek kenttir ve canlılığı başka bir kentten çok daha fazla sokaklardan geçenlere bağlıdır. Öyle ki modern otomobil trafiği sadece teknik nedenlerden ötürü varlığını tehlikeye sokar. Amerika'da sokaklardaki yaşamın karayollarında olduğu ancak kaldırımlarında yürünen bir dış mahallenin boş duran arazisi ya da birçok kasabanın yerleşme alanları şimdilerde Paris'in tam tersine kilometrelerce tek bir insana bile rastlanmadan gidilen yaya kaldırımlarına indirilmiştir.

Benim de 1988 yılında yaşadığım Paris sokakları sadece göçlerle gelen ve aristokrat kesimin ‘’ayak takımı’’ dediği insanların gezdiği bir kent değildi. İş peşinden koşmayanların, kariyer peşinde olmayanların da yaşadığı bir şehirdi Paris. Sanatçılar, bohemler de aynı rahatlıkla Paris’e sığardı.

Bir şehre gittiğimde benim de en çok dikkatimi çeken şey, o şehrin bulvarları olmuştur. İstanbul’da Vatan Caddesi,Ankara’da Kızılay Bulvarı güzel bulvarlardı. Ancak biz oraları da kent düzenlenmesinde 1950’lerin modası olan üst-geçit, alt-geçit saçmalıklarıyla hakkından geldik. Mersin’de bildiğim en büyük bulvar Hilton Oteli’nden eski Güleryüz Pastanesi’ne kadar olan İnönü Bulvarıydı, Burhanettin Kocamaz da orayı mahvetti.

Hep, eskiye, geleneğe takılan birisi değilim ama,özellkle 1980’leden sonraki kentleşmenin büyük fotoğrafına baktığımızda şehirlerimiz eskiden daha güzelmiş demeden edemiyorum.Şehirlerin artık hafızası,sembolleri yok olmuş.Berkson’un ‘’hatırlamasak bile imgeler sağ kalır’’ sözü tamda ne demek istediğime yardımcı olur.

Yaşadığımız kentlerde sevdiğimiz kaç mekân var acaba?

Meramımı Boğaz’ı çok seven IV.Mehmed’in bir şiiriyle anlatsam daha iyi olacak!

Gönül ne Göksu’ya mail ne Sarıyar’a gider

Sipah-ı gamdan emin olmağa Hisar’a gider