TÜİK nihayet, öncelikle işçi, memur ve emeklilerin, iş dünyasının ve bütün bir piyasa aktörlerinin pür dikkat gözlerini ve kulaklarını dikip, merakla bekledikleri haziran ayı enflasyon rakamlarını gecikmeli de olsa açıkladı. Buna göre 2023/haziran ayı için aylık enflasyon %3,92 yıllık enflasyon %38,21 ve işçi, memur ve emekli maaş zamları için baz alınan 6 Aylık enflasyon ise %19,77 oranlarında artış gösterdi. Tabii TÜİK’in açıkladığı bu rakamlar ekonomi çevrelerinde kuşkuyla karşılandı ve çelişkili bulundu. Çünkü, yine Türkiye’de enflasyon hesaplamaları yapan ve bulduğu sonuçları kamuoyu ile paylaşan ENAG adlı uzmanlık kuruluşu ise 2023/haziran ayı aylık enflasyonunun %8,54 yıllık enflasyonun ise %108,52 oranlarında artış kaydettiğini daha önce açıklamıştı. Bütün bunlardan ayrı olarak sadece müşterilerine ve takipçilerine servis yapan John Hopkins Üniversitesi’nin dünyaca ünlü ekonomi profesörü Steve Hanke ise, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda Türkiye'nin enflasyonunu %63 olarak hesapladığını duyurmuştu. Bütün bu gelişmeler karşısında yeni kurulan hükümette Hazine ve Maliye Bakanlığına Mehmet Şimşek’in ve Merkez Bankası Başkanlığına ise Hafize Gaye Erkan’ın getirilmesiyle birlikte ekonomide rasyonel ve gerçekçi politikalara dönüleceği umuduna kapılanlar, en azından şimdilik ciddi bir hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü enflasyon hesaplanması ve açıklanması yöntemlerinde en küçük bir değişiklik olmamıştı. Kısaca belirtmek gerekirse; enflasyon cephesinde yeni bir şey yoktu. Tabii ekonomi çevrelerinde, Türkiye Ekonomisinde çok ciddi ve kronikleşmiş yapısal sorunların mevcut olduğu konusunda neredeyse kamuoyunun tüm kesimlerini kapsayan geniş bir oydaşma sağlandığı yönünde yaygın bir görüş birliği oluşmuştur. Sorunlara köklü ve kalıcı çözümler getirilemediği için, ne yazık ki, makroekonomik düzeyde ekonomik sistemin yapısında mevcut olan bu yapısal sorunlar da büyümeye ve ekonomik göstergeler daha da kötüleşmeye devam etmektedir. Ekonomideki bu kötü göstergelerin en başında milli gelirin dış borçları karşılama oranı gelmektedir. Bakınız bir ülkede milli gelirin dış borçları karşılama oranı %45’lerin üzerine çıkmışsa; o ülkede ekonomik dengelerin hiç birisi tutturulamadığı gibi sosyal ve siyasal çalkantılar da bitmez. Gazete ve televizyonlarda açıklama yapan bazı uzmanlardan öğrendiğimize göre; Türkiye’de milli gelirin dış borçları karşılama oranı %62’lerin üzerine çıkmıştır. İşte, yaşadığımız ekonomik sıkıntı ve zorlukların çok büyük bir çoğunluğunun kökeninde bu bozuk veri yatmaktadır. Türkiye’nin dış borçlarının 450 milyar doların üzerine çıktığı söylenmektedir. Türkiye, hiçbir harcama ve yatırım yapmadan milli gelirinin tamamını bu borcu ödemeye ayırsa bile, bu borcun ancak %65’ini ödeyebilmektedir. Ekonomik sorunların çözümüne öncelikle bu önemli sorunun çözümünden başlamak gerekmektedir. Bundan başka Türkiye ekonomisinin kökenleri çok eskilere dayanan çok önemli ve artık kronik hale gelmiş daha başka yapısal sorunları da mevcuttur. Bunlar, gelir ve servet dağılımındaki bozukluk ve adaletsizliklerdir. Türkiye, dünyada gelir ve servet dağılımı bozukluğu sıralamasında durumu en kötü olan üç beş ülke arasında sayılmaktadır. Ekonominin bir başka yapısal sorunu da artık kronik hale gelmiş olan yaygın işsizliktir. Çeşitli kaynaklarca İşsiz sayısının 10 milyonu geçtiği belirtilmektedir. İşsizler ordusunun büyüklüğü, işçi ve memur gibi emeğiyle geçinenlerin ve bunların emeklilerinin ücretlerinin düşük kalmasına neden olmaktadır. Türkiye’de taa Turgut Özal tarafından açıklanan 24 Ocak 1980 Ekonomik İstikrar Tedbirlerinin hayata geçirilmesinden bu yana uygulanan ve 20 Yıllık AKP İktidarı döneminde doruğuna ulaşan inşaata dayalı rant ve sıcak paraya dayalı tüketim ekonomisi modelinin artık sonuna gelinmiştir. Ne yaparsanız yapınız, dışa bağımlı bu neo-liberal ekonomik sistem artık işlememekte ve her yanından SOS vermektedir. Sistemi işletmek için alınan bazı palyatif çözümler, hiçbir yarar sağlamadığı gibi ekonomik hayatta çalkantıların meydana gelmesine ve toplumda ise büyük tartışmaların yaşanmasına neden olmaktadır. Türkiye’de kendi halinde, işinde gücünde, gündelik yaşamını karınca kararınca yaşamakta olan ortalama ve sade insanın asıl sorunu bunlar değildir. Dar gelirli ve yoksul geniş halk kesimlerinin asıl sorunu hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısıdır. Temel ve zorunlu tüketim mallarının ve gıda fiyatlarının her gün aşırı derecede yükselmesidir. Aslında döviz, faiz ve altın fiyatlarının artmasının, mal ve hizmetlerin maliyetlerinin artması üzerinde etkileri açısından birbirinden hiçbir farkı yoktur. Örneğin döviz fiyatları düşük, faiz oranları yüksek olsa da bu durum yine de maliyet artışlarına neden olabilmektedir.
Halk açısından asıl sorun, fiyatlar genel düzeyinin, yani enflasyonun artmamasıdır. Öyleyse yapılan tartışmalarda asıl sorun dövizin, faizin ve altının fiyatlarının yüksekliği değil, enflasyonun yüksekliği sorunudur. Halkın yoksullaşması sonucunu doğuran, en acımasız, haksız ve adaletsiz bir vergi olan enflasyon; Türkiye ekonomisinin çok eski ve kronik bir hastalığıdır. Kavramsal olarak kısaca belirtmemiz gerekirse enflasyon; Latince kökenli bir sözcük olup, Türkçe’de “şişme” anlamına gelmektedir. Bir başka tanımla enflasyon, bir ekonomide fiyatlar genel düzeyinin normalin üzerinde devamlı olarak artması ve dolayısıyla ülke parasının iç değerinin düşmesidir. Nitekim öyle de olmuş, yaşanan yüksek enflasyon nedeniyle paramız pula dönmüş ve Türk Lirası dünyanın en değersiz paralarından birisi haline gelmiştir. Türkiye’de memur ve emekli aylıklarına 6 ayda bir yapılan zamların hesaplanması açısından TÜİK tarafından açıklanan resmi enflasyon oranlarının ise özel bir anlamı ve önemi vardır. Çünkü maaşlara yapılacak zam miktarları bu oranlara göre belirlenmektedir. Türkiye’de sürekli ve düzenli olarak enflasyon hesaplaması yapan TÜİK, Türk-İş, İTO ve ENAGRUP gibi kuruluşlar vardır. Anacak her nedense bunlarının hiç birisinin enflasyon hesapları birbirini tutmamaktır. Ve en düşük rakamları açıklıyor olması nedeniyle TÜİK’in açıkladığı enflasyon rakamlarına duyulan güven ise bir hayli azalmıştır. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de enflasyonla mücadele etmek ve enflasyon oranlarını istenen makul düzeylerde tutmak her zaman olanaklıdır. Bunlar bilinmeyen yöntemler değildir. Türkiye’de enflasyonu durdurmak çok kolaydır. Merkez Bankasının para musluklarını kapatır, yani sıkı para politikası uygular; faizleri olabildiğince yükseltip iç talebi kısarsanız ve sünger politikası uygulayarak tedavüldeki para miktarını azaltırsanız enflasyon o anda şak diye durur. Ama o zaman piyasalarda büyük bir durgunluk başlar ve yaprak kımıldamaz ki; bu durumda sağlıklı bir ekonomi için hiç istenmeyen daha başka bir hastalıklı durumdur. İşte enflasyonla mücadelenin zorluğu buradadır. Önemli olan ekonominin dengelerini sarsmadan ve ekonomik canlılığı koruyarak enflasyonu kontrol altına alabilmektir. Ancak bunun için öncelikle inşaata dayalı rant ve sıcak paraya dayalı tüketim ekonomisinden, lüks harcamalardan ve israftan vazgeçilerek ürettim ekonomisine geçilmelidir. Cumhuriyetin ilk yıllarında 1930’larda uygulanan planlı toplumsal kalkınmayı esas alan karma ekonomik model ve 1960’larda Devlet Planlama Teşkilatı tarafından hazırlanan 5 Yıllık Kalkınma Planlarını uygulamayı esas alan ve düşük enflasyonla yüksek kalkınmayı gerçekleştirmiş olan planlı kalkınma modelleri, Türkiye’de enflasyonu kontrol altına alan ve belirli ölçülerde de olsa toplumsal kalkınmayı sağlayan çok iyi örnekler olarak önümüzde durmaktadır.
MEÜ. E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL