AKP İktidarının; 2023/Mayıs seçimlerini kazasız belasız atlatabilmek için uzun zamandır adeta bağrına taş basarak ertelediği ekonomik politikalar nihayet birer birer devreye sokulmaya başlandı. İlk iş olarak Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın başına Mehmet şimşek, Merkez Bankası’nın başına ise Hafize Gaye Erkan getirildi. Böylelikle, daha önce Türkiye Ekonomi Modeli denilen ancak, ne olduğu koşunda ilgili çevrelerin bile yeterli bilgiye sahip olamadıkları başarısız ekonomik politikalardan vazgeçilerek bildiğimiz klasik Ortodoks Ekonomik politikalara geçildiği ilan edildi. Tabii halkımız açısından bu ekonomik politikalara geçilmesinin faturası da çok ağır oldu. Hatta bu faturanın daha da ağırlaşacağı söyleniyor. Geçen hafta birdenbire gördük ki, uygulamaya konulan sıkı para ve kemer sıkma politikalarının zorunlu bir sonucu olarak ÖTV ve KDV vergi oranları artırıldı. MTV’nin ise bir kez daha alınmasına karar verildi. Tabii bu vergilerin arttırılması çarşı ve pazarlarda adeta bir zam sağanağına dönüştü. Çarşı ve pazarlarda İğneden ipliğe kadar ne varsa, her mal ve hizmetin üzerine bugüne kadar misli görülmemiş bir zam yağmuru yağmaya başladı. Bir ekmek fiyatı çoğu il ve ilçelerimizde 7,5.-TL’yi, bir litre benzinin fiyatı 37.-TL’yi, motorinin fiyatı ise 35.-TL’yi buldu. Bir kilo domates fiyatı 25.- ve bir kilo patates fiyatı bile 20.-TL’yi geçti. Söz konusu bu yüksek fiyat etiketleri nedeniyle çarşı ve pazar yerleri deyim yerindeyse adeta bir yangın yerine dönüştü. Hepimiz ve herkes için vazgeçilmez olan ve olmazsa olmaz nitelik taşıyan zorunlu tüketim mallarının fiyatları bile adeta el ve cep yakmaya başladı. Bu fırtına henüz dinmedi. Halihazırda çarşı ve pazarlara zam üstüne zam yağmaya devam ediyor. Tabii bütün bu yaşananlar bir bakıma, ülkemizde liberal kapitalist ekonomik politikaların ağa babası sayılan Turgut Özal’ın devri iktidarında söylediği ve siyasi tarihimize geçmiş olan: “Ben seçimlerden önce zam yapacak kadar enayi değilim” sözünü hatırlattı. Demek ki, siyasal iktidarlar seçimden önce zam yapmıyorlar. Adeta bir sahte cennet yaratıyorlar ve turpun büyüğünü ise seçimlerden sonrasına saklıyorlar. Her neyse, biz bu işleri bir kenara bırakalım ve asıl konumuza geçelim. Bildiğiniz gibi her şeyin olduğu gibi yaşamın da bir kalitesi vardır. Ülkemizde yaşanan böylesi bir hayat pahalılığı süreci nedeniyle yaşam standartlarımız ve yaşam kalitemiz ne yazık ki her geçen gün daha da geriye gitmekte ve aldığımız kamusal hizmetlerde ise ciddi ölçülerde bozulmalar meydana gelmektedir. Halihazırda yaşamakta olduğumuz mevcut bu hayat pahalılığı sorunlarını ekonomik açıdan irdelememiz söz konusu olursa; elbette ki bu duruma neden ve nasıl düştüğümüze ilişkin sorulacak sorulara verilecek pek çok bilimsel yanıtlarımız ve açıklamalarımız bulunmaktadır. Ancak, Türkiye Ekonomisinin bu duruma düşmesinin temelinde; önemle ve özellikle bilinmesi gereken en önemli etkenlerin başında Türkiye’nin uzunca bir süreden beri “Enflasyon-Kur-Faiz” döngüsüne girmiş olması gerçeği yatmaktadır. Türkiye ekonomisi ne yazık ki, böyle bir kısır döngüye girmiştir. Ve ne çare ki bu kısır döngüden bir türlü çıkamamaktadır. Şu satırların yazıldığı 26 Temmuz 2023 Çarşamba günü saat: 11:30 itibariyle Dolar kuru 26,94. Euro kuru ise 29,83.-TL’yi aşmıştır. Döviz kurlarındaki bu artış eğilimi de hız kesmeden aynı şekilde devam etmektedir. Tabii döviz kurlarının bu şekilde yükselmesi, sonuçta siyasal iktidarların uygulamış oldukları para politikalarıyla ve mali politikalarla doğrudan doğruya bağlantılı bir konudur. Siyasal iktidarlar, sahip oldukları devlet gücünü, ekonomik ve mali araçları kullanarak faiz oranlarını ve döviz kurlarını yükseltebilirler. İşçi, memur ve emekli maaşlarını düşük tutabilirler. Vergileri yükselterek piyasadan para çekebilirler. Bu şekilde iç talebi kısarak ihracatı arttırmayı ve bütçe açıklarını da kapatmayı düşünebilirler. Siyasal iktidarlar bu ve buna benzer daha başka pek çok ekonomik ve mali araçları da harekete geçirebilirler. Sonuç itibariyle, döviz fiyatlarının yükselmesi veya düşmesi doğrudan doğruya siyasal iktidarların uygulamış oldukları ekonomik politikalarla ilgilidir. Ülkeyi ve ekonomiyi yönetenler, uygulamış oldukları ekonomik, mali ve sosyal politikalar doğrultusunda bu çeşit kararları alma hakkı ve yetkisine elbette ki sahiptirler. Ancak işin şurası çok iyi bilinmelidir ki, ekonomik kararlar; öylesine bilimsellikten uzak, gelişigüzel ve rastlantısal bir şekilde günübirlik olarak alınamaz. Aksine ekonomik kararlar; kısa, orta ve uzun vadeli, çok akılcı planlar hazırlanarak, mesleki uzmanlığa dayanılarak, birtakım bilimsel istatistiki ve matematiksel hesaplamalar yapılarak, ülke ve toplum gerçeklerine uygum bir şekilde alınmalıdır. Bütün bunların yanında hiçbir zaman akıldan çıkartılmaması ve unutulmaması gereken bir özellik daha vardır ki; o da ekonomik kararların kaçınılmaz ve zorunlu olarak sosyal sonuçlar doğurduğu gerçeğidir. Alınmış ve alınacak olan bu ekonomik kararlar, günlük yaşamda insanların yaşamlarını olumlu veya olumsuz yönde en ince ayrıntısına kadar etkileyebilmektedir. İşte bu nedenledir ki; siyasal iktidar sahiplerinin makro düzeyde birtakım ekonomik kararlar almaları noktasında; aldıkları bu ekonomik kararların doğuracağı sosyal sonuçları da çok iyi bir şekilde hesap edebilmeleri ve ortaya çıkma olasılığı bulunan sosyal olumsuzluklara karşı da gerçekçi ve doğru önlemler alabilmeleri gerekmektedir. İşin aslına bakarsanız, sosyal boyutları hesap edilmeden alınan kararların, günlük yaşantımıza bazı olumsuzluklar, bozukluklar ve yakınmalar şeklinde yansıması olasılığı çok yüksektir. Toplumsal yaşantımızda son yıllarda ortaya çıkan ekonomik ve sosyal tabloya bu açıdan baktığımızda; ekonomi yönetimince makro ekonomik düzeyde kararlar alınırken; işte, işin asıl can alıcı olan bu sosyal boyutunun ıskalandığı, görmezden gelindiği veya bazı durumlarda bilerek ötelendiği gözlenmektedir. Esasen Türkiye ekonomisinde; yüksek döviz fiyatlarının da içerisinde olduğu asıl büyük sorun, ekonominin genel yapısında meydana gelmiş olan yapısal bozukluklardır. Türkiye Ekonomisi, uzunca bir zamandan beri bütçe ve planlama disiplininden kopmuştur. Özetle ifade etmek gerekirse fiyatlar genel düzeyi, yani enflasyon sürekli olarak yükselmektedir. Türk Lirası yabancı paralar karşısında değer yitirmeye devam etmektedir. Paramızın satın alma gücü sürekli olarak düşmektedir. İçerisine girilmiş olan bu sarmal bir kısır döngüye dönüşmüştür. Bu kısır döngü, kısaca şu şekilde işlemektedir. Önce döviz fiyatlarında bir miktar artış olmakta, ardından buna bağlı olarak iğneden ipliğe kadar her şeye zam gelmektedir. Yani, fiyatlar genel düzeyi yükselmektedir. Bunun zorunlu bir sonucu olarak da hayat pahalılığı dediğimiz olay meydana gelmektedir. Uzun yıllardan beri devam etmekte olan bu süreç Türkiye ekonomisinin genel dengelerini iyice bozmuştur. Bir ülkede uzun yıllar boyunca süren hayat pahalılığı ve enflasyon, o ülkede uzun yıllar sürmüş olan bir savaş etkisi yapar. Bütün savaşların sonucunda olduğu gibi o toplumdaki nimet-külfet dengesi bozulur. Toplumsal ahlak çöküntüye uğrar. Üretim ve dağıtım zincirlerinde bozulmalar meydana gelir. Milli gelir ve milli gelirden kişi başına düşen pay azalır. Bunun sonucunda yoksulluk ve cehalet yaygınlaşır. Karaborsa, gayrı meşru kazançlar ve kara para artar. Hukuk; hakkaniyet ölçülerine uygun ve adaletli bir şekilde işleyemez hale gelebilir. Yolsuzluklar yaygınlık kazanır ve olağan hale gelir. Kısacası, güçlünün zayıfı ezdiği, her alanda sömürünün yaygınlaştığı, liyakat sisteminin çöktüğü, adam kayırmacılığın ve partizanlığın yükselen bir değer haline geldiği ve insani, vicdani ve adaletli olmayan bir “altta kalanın canı çıksın” ve “kır şişeyi, dön köşeyi” düzeni kurulur. İşte bu nedenledir ki, kanımca ülkemizdeki asıl sorun, fiyatlar genel düzeyinin, yani enflasyon ve hayat pahalılığının yükselmesi sorunudur. Tabii pek çok yönetsel konu gibi bu konu da bir seçim ve tercih meselesidir. Siyasal iktidarlar bir politika olarak, enflasyonist kalkınma ve büyüme modellerini tercih edebilirler. Ancak böyle bir durumda enflasyonun hesaplı ve kontrollü olması gerekir. Yoksa herhangi bir ülkede, hesapsız ve kontrolsüz bir şekilde gelişen enflasyonun; yukarıda kısaca değinilmeğe çalışıldığı gibi bazı yıkıcı etkileri olabilir. Hayat pahalılığı olayına ülkemiz açısından baktığımızda; bugün için geldiğimiz noktada ne yazık ki yüksek oranlı vergi ve zamların ve hayat pahalılığının asıl yükünü işçi, memur ve emekli gibi sabit gelirliler ve dar gelirli ve yoksul geniş halk kesimleri çekmektedir. Bu kesimler, temel ve zorunlu tüketim mallarının ve gıda fiyatlarının her gün aşırı derecede yükselmesi karşısında adeta inim inim inlemekte ve ezim ezim ezilmektedirler. Ülkemizdeki hayat pahalılığın en önemli nedenlerinden birisi de işte ülkemizde uzun yıllardan beri bir türlü dizginlemeyen ve kontrol altına alınamayan bu yüksek enflasyondur. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de enflasyonla mücadele etmek ve enflasyon oranlarını istenen makul düzeylere düşürmek her zaman olanaklıdır. Ancak bunun için öncelikle inşaata dayalı rant ve sıcak paraya dayalı tüketim ekonomisinden vazgeçilmeli ve ürettim ekonomisine geçilmelidir. Her alanda üretim artışları sağlanmalıdır. Örnek verecek olursak, bizim ekonomik ve siyasal tarihimizde, 1930’lu yıllarda planlı toplumsal kalkınmayı esas alan karma ekonomik model uygulanmıştır. Ayrıca 1960’lı yıllarda işbaşına gelen hükümetler, ülke ekonomisini Devlet Planlama Teşkilatı tarafından hazırlanan 5 Yıllık Kalkınma Planlarına göre yönetmişlerdir. Böylelikle enflasyonu düşürme ve hayat pahalılığını denetim altına alma başarısını göstermişlerdir. Bilindiği gibi ekonomik sistem bir bütündür. Bu bütün içerisinde döviz sorunu, işsizlik, hayat pahalılığı, enflasyon, düşük ücretler, faiz sorunu vb. gibi sorunlar tek başına bağımsız bir bütünmüş gibi ayrı ayrı ele alınıp çözülemez. Bir ülke ekonomisinin kurumsal ve bürokratik yapısıyla, dengeleriyle ve bütünlüğüyle öyle olur olmaz, bilir bilmez bir şekilde oynanamaz. Bu şekilde oynamaya kalkarsanız, ülke ekonomisini arabadan düşmüş karpuza benzetirsiniz ve içinden çıkılamayacak biçimde bozmuş olursunuz. Bugün geldiğimiz noktada, ne yazık ki, ülkemizde uygulanan ekonomik modelin kendi içerisindeki bütünlüğü, tutarlılığı ve dengeleri iyice bozulmuştur. Sistemin düzeltilmesi ve öncelikle de halkımızı canından bezdiren hayat pahalılığı sorununun bir an önce çözümlenmesi artık acil bir ihtiyaç haline gelmiştir. Ancak bunun için yeni bir kamucu anlayışıyla yeni bir planlı toplumsal kalkınma modeline ve güçlü sosyal güvenlik politikalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Ekonominin genel yapısında ihtiyaç duyulan yapısal nitelikli reformlar mutlaka yapılmalıdır. Ne var ki bugün için ufukta; bu yönde adımlar atılacağı yönünde herhangi bir belirti ve umut ışığı görülmemektedir. Bu nedenle halkımızın ne yazık ki daha uzunca bir süre daha acı ilaçları içmeye ve kemer sıkmaya devam edeceğini söylemek abartılı bir saptama olmayacaktır.
MEÜ.E. Öğr. Gör. Uzm. Celal TEZEL