Konuya farklı bir prelüd-giriş faslı- ile başlayalım..

Bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre türümüz ‘’erkek’’ insanın yazdığı ilk şiirin Irak'ın güneydoğu kesiminde yer alan Nippur Antik Kenti'nde bulunan bir tablet üzerine yazılmış.Bu şiir aynı zamanda dünyanın bilinen en eski aşk şiiri olduğu iddia ediliyor. Bu aşk şiiri, pişmiş toprak bir tablet üzerine çivi yazısıyla MÖ.2037 ila 2029 yılları arasında  Sümer dilinde yazılmış. İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde sergilenen bu tablette şiirin biraz erotik bir dille yazıldığı görülüyor.O nedenle sözlerini almadım.

Yazının bilinmediği ve yazılı kültürün bellekleri şekillendirilmediği bir çağda sözlü kültür verileri topluluğa anında aktarılmamaktaydı. Mitolog olan Mircea Eliade, Mitlerin Özellikleri adlı eserinde, sözlü kültürün hakim olması nedeniyle bu dönemdeki inanç sistemleri ve mitolojileri tam olarak öğrenmenin imkansız olduğunu vurgular. Ancak mitoloji ile belirginleşen inanç esaslarının bir şekilde korunması ve aktarılması gerekmektedir. İşte şiir, insanların tarihi, yaşatısı olan mitleri aktarma ve koruma görevini üstlenmişti.

Eleştirmen Mehmet Can Doğan, Şiir Arkeolojisi adlı eserinde şiiri, tarih öncesi çağlarda dinin ve mitolojinin seslendirildiği ve korunduğu kolektif bir anlam olarak tanımlamaktadır. Christofur Coudwell ise Yanılsama ve Gerçeklik adlı eserinde, şiirin yazıyla birlikte her ne kadar kolektif dönemden özel döneme geçmiş olsa da, mitoloji ile bağlantılarını hiçbir zaman koparmadığını belirterek bunun sebebi olarak mitosların evrensel değerleri haber verilmesini veya onlara böyle bir anlam yüklenmesinden ileri gelmesini görmektedir.

Çizdiğimiz bu perspektiften yola çıkarak artık şunu biliyoruz;Tanımı zor olan bir edebiyat türü olan şiirin kaynağı ilk çağlarda dinsel mitolojiydi.

Şiirin epistemesini, yani çıkış kaynağını ortaya koyduktan sonra,isterseniz modern çağda şiir nedir sorusuna geçebiliriz.

Güzel sanatlar içinde anlatılması, bir sınır içine alınması en zor olan  şiirdir. Başlangıçtan beri şiirin sayısız tanımı yapılmıştır. Bütün bunlarda, şiire ancak bir yönü ile yaklaşılmaktadır. Bunların hiçbiri, şiiri tam olarak kuşatamamıştır. Üstelik şiir sadece edebiyat alanının bir şekli değildir. Sözlerle olduğu gibi, seslerle, renklerle, şekillerle ve hareketlerle de şiir ortaya getirilebilir. Raksta, musikîde, resimde, heykelde, mimarîde hep şiir ufuklarına yönelen hamleler hissedilir.

Ahmet Hamdi Tanpınar şiiri tarif ederken yine bir şiire başvurur;

ŞİİR

Sarışın buğdayı rüyâlarımızın,

Seni bağrımızda eker, biçeriz.

Acılar kardeşin teselli kızın,

Zengin parıltınla dolar gecemiz.

Sukûtun bahçesi tılsım ve pınar

Yıldızdan cümlesi karanlıkların;

İklimler dışında ezeli bahar,

Mevsimler içinde tükenmez yarın.

İçimizde sonsuz çalkanan deniz,

Gülümseyen yüzü kaderin bize,

Yıldızların altın bahçesindeyiz,

Ebediyetinle geldik diz dize

XIX.yüzyılın ikinci yarısından sonra yapılan tanımlarda şiir, daha çok dilin özel bir kullanım biçimi olarak gösterilmiştir. Fransız sembolist şairlerden Valery, şiir için, “Dil içinde başka bir dil kurmaktır.” diyor. Buna göre şiir, dilin çok özel şekilde kullanılması ile ortaya çıkıyor, diyebiliriz. Bu anlayış, şiiri, dilin alışılmışın üstünde bir kullanım alanı içinde gösterir. Yine Valery, “Şiir nesre çevrilemeyen sözdür.” Der

Yine Fransız sembolist şair Mallarmé’in “Şiir duygulardan değil, kelimelerden doğar.” şeklindeki ifadesi de aynı anlayışı bir başka şekilde dile getirir.

Cahit Sıtkı Tarancı, şiirden “Kelimelerle güzel şekiller kurmak sanatı” diye söz açar.

Haşime göre şiir, düz yazı gibi anlaşılmak için yazılmaz. O duyumsama üzere söylenir. Sözle-müzik arasından bir niteliğe sahip olup, daha çok müziğe yakındır. Şiirde açıklık istemek, onu tarih ve felsefe gibi türlerle karıştırmak demektir. Açıklık kabul edilse bile, birisi için açık olan diğeri için öyle olmayacaktır. Şiirde kuşku ve belirsizlik bir kusur olmak bir yana, estetik bir zorunluluk bir koşuldur. Aşırı açıklık düşlemi engeller. Belirsizlik sayesinde sanat eseri, imgelemi kendine bağlar. Anlam, ilk planda gerekli olan bir öğe değildir. Önemli olan, sözün anlamı değil, söylenidir. Şiirde anlam, müzikal uyumun ortaya çıkardığı ve ritmin oluşturduğu çağrışımdan başka bir şey değildir. Her şiirin ruh düzeylerine göre çeşitli derecelerde anlamları vardır. Bu farklı algılama, hem ön hazırlığa hem de karakter yapısına bağlıdır. En iyi şiir, herkesin istediği biçimde anlayabileceği şiirdir. Konuysa şiirse söylem ve düşlem için yanılacak bir nedendir.

Modern şiirimizin kilometre taşlarından Ahmet Haşim ise,iyi bir şairin kendisine ait bir evreni,bir dil uygarlığına sahip olması gerektiğini söyler.

1979 yılında kaybettiğimiz, 1950’li yıllardan sonra, ölümüne kadar şiirimizin önemli bir tarafını kuran Behçet Necatigil, şiir ve dil arasındaki organik ilişki bağlamında . “Şiirin iç yapısı, kelimelerin dağıtım düzeninden, kelimelerin sıralanmasından, onları belli bir terkip, düzen içinde yerleştirilmesinden oluşur,der.

Necatigil’e göre şiir dil ile kurulur.Ruhu zenginleştiren hayat tecrübesi şiirin doğması için ilk hamledir. Bu tecrübenin yaşandığı an veya durum sadece anlatım konusudur. Bunlar iç veya dış âlemdeki unsurlarla ifade edilirler. Bunları şiir kabul etmek yanlış olur. Şiir bunların arkasından, dil ile kurulur. Kurulurken de her kelime, şiirin dünyasına gelişigüzel giremez. Onlar, anlam ve seslerine göre seçilirler, özel bir istife göre sıralanırlar. Behçet Necatigil’in “Solgun Bir Gül Dokununca” isimli şiiri tecrübenin, ânın ve durumun kelimelerle şiir oluşunun seviyeli bir örneğidir.

SOLGUN BİR GÜL DOKUNUNCA

Çoklarından düşüyor da bunca

Görmüyor gelip geçenler

Eğilip alıyorum

Solgun bir gül oluyor dokununca

Ya büyük şehirlerin birinde,

Geziniyor kalabalık duraklarda

Ya yurdun uzak bir yerinde,

Kahve, otel köşesinde

Nereye gitse bu akşam vakti

Ellerini ceplerine sokuyor

Sigaralar, kâğıtlar

Arasından kayıyor usulca

Eğilip alıyorum, kimse olmuyor

Solgun bir gül oluyor dokununca.

Ya da yalnız bir kızın

Sildiği dudak boyasında

Eşiğinde yine yorgun gecenin

Başını yastıklara koyunca..

Kimi de gün ortası yanıma sokuluyor

En çok güz ayları ve yağmur yağınca

Alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda.

Uzanıp alıyorum, kimse olmuyor

Solgun bir gül oluyor dokununca

Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda

Akşamlara gerili ağlara takılıyor

Yaralı hayvanlar gibi soluyor

Bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor

Yollar, ya da anılar boyunca.

Alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece

Kımıldıyor karanlıkta, ne zaman dokunsam

Solgun bir gül oluyor dokununca

Burada modern şiir üzerine yararlı olabileceğini düşündüğüm kısa bir anektod ile konuşmamı bitirmek isterim.

Eleştirmen Yücel Kayran, Modern Türk Şiirinin Doğuş adlı makalesinde ''Modern Türk Şiiri ifadesi olgusal bakımdan iki birleşenden oluşur'' der. Modern ve Türk Şiiri kavramlarından. Modern kavramı, ortaya çıkışı bakımda Cumhuriyet öncesini siyasal bakımdan Osmanlı'nın son yıllarına işaret eder. Türk Şiirinde modernlik meselesi Osmanlı döneminde ortaya çıktı. Türk Şiir ifadesi ise teorik tartışmalar biraz öncesine gitse de bu şiirin vücut bulması bakımda Cumhuriyet dönemini dile getirir. Yine modern kavramı evrensel bir çabayı dile getirirken, Türk Şiir ifadesi ulus devlet fikrinin mekanlaştırmasıyla ilgilidir.

Murat Belge, Şairhaneden şiirsele  Türkiye'de, Modern  Şiir adlı kapsamlı makalesinde, modern Türk şiirinin başlangıç noktasının ne olduğu konusunu taşırken, modern Türk şiirini Yahya Kemal ve Ahmet Haşim ile başlatanlardanım der. Birçok şiir eleştirmeni ve edebiyat otoritesi de, Türk şiirini Yahya Kemal ve Ahmet Haşim ile başlatırlar. Fakat daha sonra hakim olan düşünce, Türk şiirinin başlangıç noktasını bulmak bakımından geriye doğru eğer gidilirse, bulunduğumuz yer bakımında gerideki son noktanın Tevfik Fikret olduğu anlaşılır. Yani şiirde modernlik meselesi, Cumhuriyet öncesinde Osmanlı'da ortaya çıkmıştır derken, kast edilen Tevfik Fikret'tir. Modern Türk şiirini Fikret kurdu dersek yanlış olmaz.