Günümüzde madun kavramı ve kapsadığı sosyolojik habitus hakkında genel bir uzlaşı olmasa da,’’madun ‘’ kelimesinin etimolojik anlamı üzerine bir değerlendirme yapmak mümkündür.

Çoğu zaman kelimelerin dilsel kökleri kelimenin ifade ettiği anlamı kavramaya imkân sağlamaktadır. Arapçada ‘’maduna’’ ‘’altında’’ olan, üst deyiminden alıntıdır. Arapça ‘’dün’’ alt aşağı E-(edat) sözcüğünden türetilmiştir. Boğaç A. Ergene tarafından ‘’subaltern’’ ve ‘’subalternity’’ terimlerinin karşılığı olarak daha çok eski Türkçe'de kullanılan Madun ve Maduniyet sözcüklerinin kullanılması önerilmiştir.(Emrah Erdoğan,2019)

Madun terimi, ırk, sınıf, kast, cinsiyet, cinsel yönelim, etnisite veya dini açıdan toplumun aşağılanan ve hor görülen herhangi bir kişisini veya zümresini ifade eder. Bunun yanında okuma-yazması olmayan, alt kültüre mensup olup toplumda temsil edilmeyen, eğitim seviyesi düşük, bağımlı olan grupları niteler. (E.Doğan,2019,s.1)

Madun kavramı ilk defa İtalyan Marksist Antonio Gramsci tarafından kullanılmıştı. Hapishanede iken yazdığı eserlerinde sınıf kavramını yazması yasaklandığı için, bunun yerine ‘madun ’sözcüğünü kullanmayı tercih etmişti. Gramsci,Modern Prens ve Hapishane Defterleri adı eserinde madunları hegemonya sayesinde tebaa haline getirilen ve güce dayalı bir rejimde herhangi bir anlamlı rolden dışlanan sınıflar diye tanımlamaktadır. Hintli tarih yazarı Ranajit Guha da ‘madun’ kavramını toplumsal yapılanmanın hiyerarşik sıralamasında alt ve aşağıda tanımlanan her türlü sınıf, kimlik ve cinsiyeti içeren kapsayıcı bir bağlamda kullanmaktadır.(P.TaşÖz,Zehra Yiğit.2021,s.1)

Madun çalışmaları 1980'li yılların başında Hindistan'da doğar. Amaç, tarihi İngiltere'nin Hindistan'da yaptıkları olarak değil, sömürge tahakkümü koşullarında eğitim görmüş Hintli seçkinlerin eseri olarak da değil, ‘’madunların’’  tarih olarak, devlet arşivlerine emanet edilmiş ‘’isyan-karşıtı’’ düz yazının canlandırılmayacağı -çünkü onun görevi tam da bu sesi kesmektir-, ‘’küçük ses’’ine kulak verilmesi gereken halkın tarihi olarak yeniden yazmaktır. Geçmişin yazıya dökülmesinde yeni bir çalışma sahası olarak bellek, tam da bu tarihin kaynaklarının genişlenmesi ve geleneksel gerçekleşen tartışma konusu edilmesi bağlamında doğar.(E.Traveso.Geçmişi Kullanma Klavuzu.s.28).O zaman ‘’madunlar’’ tarihi ile toplumsal bellek arasında var olan organik ilişkiye dikkat çekmek gerekiyor.

Bellek, genellikle tarihin eş anlamlısı olarak kullanılır ama ‘’tarih-aşırı’’ bir kategori halini alarak onu ele geçirme yönünde kendine özgü bir eğilim gösterir. Böylece geçmişi, gelenek olarak tarih diye adlandırılan disiplininkinden daha geniş ilmekli bir ağın içine alarak bu geçmişe büyük ölçüde öznellik ve ‘’yaşanmışlık’’ dozu katar. Kısacası daha az kısır ve daha insani bir tarih olarak görülür. Sonuç olarak, Tarih ve bellek aynı kaygıdan doğarlar ve aynı konuyu paylaşırlar: geçmişin işlenmesi. Ama ikisi arasında bir ‘’hiyerarşi’’ mevcuttur. Paul Ricoeur'la birlikte diyebiliriz ki, bellek anakalıpsal bir statüye sahiptir. Tarih, anlatı haline gelme işidir; belleğin ortaya attığı sorunlara cevap vermeye çalışan bir mesleğin veya tırnak üstüne tırnak açarak yazabilecek bir ‘’bilim’’in üslup ve kurallarına uygun hale getirilmiş bir geçmiş yazılımıdır. Dolayısıyla tarih bellekten doğar.E.Traveso.Geçmişi Kullanma Klavuzu.s.10-19).

Madun kavramının sinema ve kültürel çalışmalar literatürüne girmesini etki eden isimlerden biri olan Gayatri Chakravorty Spivak ise bu kavramı Antonio Gramsci'den ödünç alır. Spivak, Madun Konuşabilir mi? adlı çalışmasında post-kolonyal kuram çerçevesinde Hindistan'da baskın kültür tarafından ezilen ve altta kalanlara sadece sınıfsal değil, aynı zamanda dinsel, dilsel, cinsiyet ve etnisite bağlamındaki diğer örüntüler üzerinde yaklaşarak toplum eleştirisinin önemli vurgular.(P.TaşÖz,Zehra Yiğit.2021,s.2)

Gramsci, kölelerin, köylülerin, dini grupların, kadınların, farklı ırkların ve proletaryanın farklı tarihsel bağlamlardaki çeşitli ad boyutlarını analiz etmiştir. Gramsci'nin kavrayışında, madunlar, belirli tarihsel bağlamlarda yönetici grupların iktidarına bağlı sosyal gruplardır.

Madunların tarihin öznesi olarak kabul edilmesi aynı zamanda tarihsel belleğinde doğru okunmasıyla mümkün olabilir. Hegel’e göre yalnızca bir devlete ve yazılı tarihe sahip hakların belliği vardır. Diğerleri, ‘’tarihsiz halklar’’, yani devletli bir geçmişten ve bu geçmişin yazı yoluyla tasnif edilmiş anlatısından yoksun, Avrupalı olmayan dünya, imgelerden oluşan ama tarihsel bilinç halinde yoğunlaşmayı başaramayan ilkel bir bellek evresini aşmazlar. Bu bakış açısından tarihe dair iki anlayış doğacaktır. Tarih, Batı’nın ayrıcalığı ve tahakküm aygıtıdır. Yani tarih yalnızca Avrupa'ya ait olmakla kalmaz, ancak iktidarın övgülü anlatısı olarak var olabilir, ki Benjamin bu yaklaşımı, galiplerle tarihselci empati olarak görüp teşhis eder.(E.Traverso.Geçmişi Kullanma Klavuzu.s.26)

İşte bu bağlamda şöyle söylenebilir; Madunlar tarihin öznesi olarak kabul edileli ve inceleme konusu olalı şurada pek az zaman oldu. Onların seslerine kulak verenler ise daha az. Daha 1963 yılında François Furet, Madunlar'ın tarihe ancak niceliksel düzlemde dâhil edilebileceğini düşünüyor ve onları ‘’demografik ya da sosyolojik incelemede yitik unsurlar’’, yani ‘’sessiz’’ kalmaya mahkûm kendilikler olarak görüyor, onları yalnızca ‘’adı konmamış sayılar’’ olarak göz önünde bulundurabileceğini söylüyordu. Madun sınıfların toplumsal tarihine dair ilk büyük eser olan Edward P. Thomson'un İngiliz işçi sınıfının oluşumu 1963 tarihlidir. Foucault'nun Klasik Çağ Deliliği'nin tarihi 1964'te yazılmıştır ve mikro tarihin başlangıcı sayılan 16. yüzyılda yaşamış Froullu bir değirmencinin evrenini yeniden kuran Carlo Ginzburg imzalı Penis ve Kurtlar 1976 tarihlidir. .(E.Traverso.Geçmişi Kullanma Klavuzu.s.27).

Toparlarken söyleyelim; Madunların tarihsel trajedisini bize aktaran deneyim ve toplumsal bellek üzerinde çalışılması gereken önemli bir konudur.

Ancak sorulması gereken soru şu;

Madunların tarihini kim yazabilir?

Tarih güçlünün hikâyesi değil miydi?