Erdoğan rejimine karşı biriken öfke ve tepkinin topyekun sokağa yansıdığı iki önemli olay Gezi ve 19 Mart’ta ki Ekrem İmamoğlu protestoları oldu. Erdoğan Gezi travmasını zaman zaman bir daha buna benzer protestoları engellemek adına muhaliflere karşı bir korku aracı olarak kullandı. Bir süre bu baskıdan korkuttuğu kesimler olsa da ekonominin çöküşü ve buna bağlı olarak emekli ve ücretlinin hızla yoksullaşması ve sermaye sınıfının ses yükseltmesiyle biriken toplumsal tepki, muhalefetin elinde bulunan belediye başkanlarına yönelik yapılan operasyon ve tutuklamalarıyla birleşince adeta fitili ateşleyen bir duruma dönüştü. Toplumsal itirazın bu kadar kapsamlı olacağını kendileri bile tahmin edememişler. İşte bu büyük tepkiyi sindirmek için iktidarın Gezi protestolarında halka uyguladığı şiddet ruhu zaman zaman geri geldi diyebiliriz. Gezi’dekine benzer olmasa da, orantısız güç kullanımı ve 300’e yakın ve çoğu öğrenci olan gencin tutuklanması hem içte hem de uluslar arası ölçekte yoğun tepkilere neden oldu. Başta Avrupa Parlamentosu olmak üzere birçok insan hakları kuruluşu Türkiye’deki baskılar için harekete geçti.
AKP, uzun bir süredir, bu ülkede bireyin dünyasını adeta istila etmiştir. Bu istilaya karşı bireyin tek çıkış yolu, buna direnmek ve kendi öz savunmasını yapmaktır. Bu öz savunmayı terör ve anarşist bir sınıflandırmaya tabi tutmak, vicdani açıdan doğru değildir. Ayrıcalıktı bir azınlığın çıkarları uğruna toplumu yok saymak düşüncesi tarihin kirli sayfalarında çürümeye bırakılmalıdır. Adı adaletle başlayan bir parti bugün bu ülkede adaleti yok edip, kendi varlığını devam ettirmek için akıl ve mantığı zorlayan yöntemlere başvurmaktadır. Ahlakı, vicdanı ve adalet ilkelerini hiçe sayarak, kendisine karşı olan tüm kesimleri düşman görmektedir. Anayasada teminat alınan protesto hakkına bir tahammül edilmemektedir.
Yönetimin halk çoğunluğunun oylarına dayanarak iş başında olması onun uygulamalarında haklı olduğu anlamına gelmesi şöyle dursun, asıl o zaman genellikle doğruluk üzerine kurulamaz; çünkü ''iyi'' ve ''kötü'' nün ne olduğuna çoğunluk değil yalnızca vicdanlar karar verebilir.
Sivil İtaatsizlik kuramının en önemli temsilcisi olan Henry David Thoreau Doğal Yaşam ve Başkaldırı adlı o ünlü yapıtında kendi kuramını açıklarken, devlet ve vicdan sorununa böyle yaklaşıyor.
Devlet ve otorite tartışmalarında, özellikle Batının siyasal düşence tarihinde en çok tartışılan konuların başında, çoğunluğun seçimlere dayanan egemenliğinde, diğer azınlık ve toplumsal tabakalara karşı yönetme anlayışının demokratik ölçüsü gelir.
Türkiye uluslaşma sürecinin başından beri bu tartışmanın merkezinde olmuştur ve günümüzde de olmaya devam etmektedir. Daha önceki yazılarımızda demokrasi tarihimizdeki süreçleri çok defa tartıştık, ancak Türk siyasal yaşamı hiçbir zaman son zamanlarda düştüğü duruma düşmemiştir. Devletin içine düştüğü bu durum bizim ve özellikle çocuklarımız için bir gelecek kaygısı yaratmaktadır. Devlet ile yurttaşın bağları kopma noktasına gelmiştir. Böyle bir olgu her bireyin zihninde, devletin zorba ve baskıcı anlayışının oluşmasına neden olacak ve buda devlete karşı bir isyan duygusunun hızla yayılmasına yol açacaktır.
İnsan onurunun tarifi, kendi aidiyet duygusunun tanınmasıyla eş anlamlıdır. Aidiyet olgusunu haysiyet sayan bir toplumu tanımayan bir yapılanmanın ülkeyi uzun süre yönetme şansı yoktur. Hoşnut olmadığınız bir şeyi yok saymak, devletin vicdani zaafiyetini gösterir.Bu konuda Thoreau şöyle der;devlet,bütün gücünün ve yetkisinin kaynağı olan insan tekini ve daha yüce ve daha bağımsız bir güç olarak kabul etmedikçe ve ona bu yolda davranmadıkça,gerçekten özgür ve aydın bir devlet hiçbir zaman olmayacaktır.Vatandaşına daima saldırgan yüzünü gösteren bir yönetme anlayışı sonunda kendi anarşistini yaratır.
Tucker,''saldırganlık'' tan söz ettiğinde anlatmak istediğini şöyle belirtmiş:Birinin bir başkasını denetim altına alması,onun üzerinde egemenlik kurması saldırganlıktır.