Türkiye, İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun despotik bir yöntemle gözaltına alınması nedeniyle Gezi direnişine benzer bir itirazla sokaklarda.

Bir sorunun esaslı bir teorik değerlendirmesini yapmak için tarihin ve mevcut süresin diyalektiğini iyi kavramak gerekiyor.

Öncelikle son söz yerine geçecek realiteyi baştan söyleyelim. Marx’ın 19 yüzyılın en önemli teorisi olan ‘’düzeni sınıfsal çatışmanın özneleri belirler’’ sözü hala orada duruyor, o teoriyi çürütecek bir ‘’baba yiğit’’ te henüz ortada yok. Üretim-kar üzerinden yürüyen sınıfsal çatışma tarihin gelişim motorudur. Marx da iddiasını bu düşünce zemininde temellendirilmişti. Yani Marx esas olarak ekonomik temelli sınıf çatışmasını tarihin kayıtlarına geçirmişti. Toplumsal çatışmayı da bu geniş perspektifte tartışır. Her ne kadar Machiavelli toplumsal çatışmayı kültürel çatışma bağlamında öne sürse de, tarihsel gerçeklikte kantarın topuzu Marx’tan yana ağır basmıştır. Zira Machivelli de bu teorisini kapitalizmin doğum sancıları sırasında ortaya koymuştu.

Türkiye’nin kendine özgü siyasal ve kültürel dinamiklerini de dikkate alarak, AKP ile başlayan dönemi de bu olgular çerçevesinde değerlendirmek istiyorum.

Konunun bütünselliğini dağıtmamak adına, öncelikle Osmanlı’dan sonra Türkiye’nin siyasal dönemlerini iki tarihsel düzlemde değerlendirmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Birinci dönem;1923-1950,

İkinci dönem; 1950 ve sonrası.

Bu dönemlerin de elbette kendi içinde siyasal evreleri var, ve özellikle Erdoğan’ın 2002 yılından beri yönettiği evre rejimin girdiği bunalımın pik noktasıdır. Bu nedenle bu yazıda son yıllarda Türkiye’yi çöküşün eşiğine getiren Erdoğan’ın kapanan dönemine doğru giderken uyguladığı baskı rejiminden nasıl kurtuluruz sorusu bizce sorunun temelini oluşturuyor.

Türkiye’de sağ, aidiyet ve kültür bileşenlerinin yerleşik kabulleriyle iktidara gelir, ekonomiyi batırır ve iktidarı yine başka bir sağ iktidara devreder. Türkiye’de ki iktidarların değişiminin temel nedeni ekonomik çöküştür, ancak iktidara geliş motivasyonları kültürel yarılmaların (din,etnik v.s) getirdiği avantajlardır.Türkiye bu bunaltıcı döngüyü 1950 yılında başlayan çok partili siyasal dönemden beri yaşıyor.

Son bir haftada yaşanan ve meselenin merkezinde İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun olduğu krizin nedeni de aslında ekonomik çöküştür. Erdoğan ekonomik iflası çözmenin hesabını muhalefetin olmadığı bir rejim inşa ederek yapmak istiyor. Dünya’da ki konjoktürel koşullar da, özellikle ABD’nin etkisiyle de bu yönde.

Avrupa’nın Türkiye’yi kendi içine akacağı göç dalgasına uzak bir sınır hattı olarak çizmesi de Erdoğan’ın işini kolaylaştırmaktadır. Erdoğan’ın göçler konusunda sık sık ‘’bak bırakırım’’ tehdidi de Avrupa Birliği’ni Türkiye’deki anti demokratik uygulamalarına göz yummasına neden olmaktadır. Türkiye ihracatının büyük bir kısmının yapıldığı Avrupa’nın Türkiye’deki baskı rejimine ‘’fransız’’ kalması Erdoğan’ın elindeki en önemli karttır.

Şimdi gelinen noktada Erdoğan bir adım daha atmak üzere.15 Temmuz’un hemen ardından toplumun bütün demokratik ana dallarını budayan Erdoğan, son İmamoğlu ve CHP’ye yönelik operasyonlar ile de kendi rejimini inşa etmeye başlamıştır. Bu son operasyon başarılı olursa eğer Türkiye, iyi-kötü işleyen seçimli parlamenter sisteminin sonuna gelebilir. Bu nedenle öncelikle demokratik bir hak olan halkın sokaklarda itiraz etme hakkını kurduğu güçlü güvenlik ağıyla yok etmeye çalışıyor.

Türkiye belki de tarihin en önemli yol ayrımına gelecek.

Ya demokrasi galip gelecek ya da tek kişi rejimi.