''evde Tolstoy'un kitaplarını okurken, pijamalarımı çıkarır takım elbiselerimi giyerim''

Önce bir ‘’bilge söz’’ söyleyip konunun ciddiyetine dikkatinizi çekmeye niyetim var!

’Bir toplumun çöküşüne neden olan dominant etken sanat ve edebiyatın çoraklaşmasıdır’’ desem, muhtemelen akla ilk gelen ülke Türkiye olur.

Bu yargıya varmamızın sizce kanıtları yok mudur?

Siz bu sorunun yanıtını düşünmeye çalışırken, bende sorunun nedenlerine biraz kafa yorayım.

Ne zaman bir kriz ve toplumsal buhranın eşiğine gelsek, klişe kıyaslama yönümüz/odak noktamız hep Batı olmuştur. Bende sizi bu yazıda şaşırtmayacağım ve yine bir batı güzellemesi ile derdimi dökmeye çalışacağım. Çünkü ‘’şark cephesinde değişen bir şey yok’’.Olsa ‘’avm’’ler sizin olsun.

Elimde şu sıralar okuduğum bir biyografi kitabı var. Edebiyat ile az çok meşgul olanlar Batı edebiyatının en büyük biyografik roman ustasının Stefea Zweig olduğunu elbette bilir. Kimleri yazmadı ki, Zweig; Balzac, Dickens, Dostoyevski, Tolstoy, Nietzsche ve daha niceleri. Şimdilik aklıma gelenler bunlar.

 Zweig’ten okuduğum Dünün Dünyası biyografik kitabı ise kendisine ait. Zaten Zweig’i eserlerini ne zaman okusam acaba kendisini kim yazar diye hep düşünmüşümdür. Ve sonunda Zweig kendisini yazacak doğru kişiyi bulmuş. Elbet kendisi. Stefan Zweig gibi bir dâhiyi başka kim yazabilirdi ki?

Stefan Zweig’in ‘’Dünün Dünyası’’kitabını elime aldığımda, benim ‘’kitapların vitrini’’ dediğim arka kapak yazısını okuduğunuzda üstadın yine büyük bir işe imza attığını fark edersiniz zaten.

Kimden okuduğumu hatırlamıyorum ama,’’evde Tolstoy’un kitaplarını okurken pijamalarımı çıkarır takım elbiselerimi giyerim’’ diyen bir yazar olduğunu biliyorum. Bende Zweig’in Dünün Dünyası’nın arka kapak yazısınız okuduktan sonra takım elbisemi giymesem bile koltuğumda en azından düzgün oturmaya çalıştım. O derece saygıyı hak eden bir eser olduğunu tekrar tekrar söylemek zorundayım. İşte önce o vitrindeki değerli ‘’ürün’’;

19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başları gücünün doruğunda bir Avrupa, ama aynı zamanda bu güç sarhoşluğunun verdiği kibirle ahlaki ve insani çöküş içinde olan bir Avrupa ve yaşanan iki büyük dünya savaşı. Tüm bunları iliklerine kadar hisseden ama yine de daha güzel ve yaşanabilir bir dünyanın hayalini kuran, almış olduğu sağlam eğitim, geniş bilgisi, gezginciliği, koleksiyonculuğu ve önde gelen siyasetçiler ve yazarlarla yakın dostlukları sayesinde Avrupa kültürünü ve yaşadığı bu zaman dilimini tam anlamıyla özümselmiş gerçek bir Avrupalı Stefan Zweig.

Zweig gibi bir entelektüel kendi biyografisini yazmışsa eğer, siz haliyle O’nun yaşadığı çağı, kendisinin tuttuğu aynadan görme şansına sahipsiniz demektir. Ve işte Dünün Dünyası, bu dönemin ruhunu anlamak için belki de eldeki en değerli kaynaklardan birisi. Valery, Gide, Rodin, Rilke, Pirandello, Croce, Chavez, Shaw, Rolland,Freud ile kurulan dostluklar ve yarım sayfada çizilen Joyce portresi. Bunların yanında Siyonizm'in kurucusu Herz ile Nazi önderleri Hess, Goebbels, sosyalist lider Jures vb. gibi zamanın önünde gelen politikacılarıyla ilgili dikkat çekici tanıklarla Zweig sadece kendi yazgısını değil, tüm bir neslin trajedisini aktarıyor.

Zweig,eserin önsözüne bildiğimiz büyük üstatların kendine has mütevaziliği ile  giriş yaparken,diğer taraftan da o uzun yolculuğun aslında kodlarını da vermeyi ihmal etmemiş; Hiçbir zaman şahsımı,yaşam öykümü başkalarına anlatmak isteyecek kadar önemsemedim.Kendimi başkişisi,daha doğrusu merkezi yapacağım bir kitabı yazma cesareti bulabilmem için normalde tek bir neslin yaşayabileceği olaylar, felaketler ve sınavlardan çok daha fazla şeylerin olması,inanılmaz derecede çok şeyin yaşanması gerekti. Yalnızca fotoğraflar ile sunum yapan bir yorumcu olsaydım, kendimi ön plana çıkarmayı aklımın ucunda bile geçirmezdim. Oysa fotoğrafları zaman ortaya koyuyor, ben yalnızca açıklamalarımı yapıyorum. Ayrıca burada anlatacaklarım sadece benim şahsımın yazgısı değil, aslında bütün bir neslin yazgısı, tarihte hiçbir neslin yaşamadığı kadar çok şey yaşamış, işi benzeri olmayan bir neslin yazgısı, bizim neslimizin yazgısı. Her birimi, en küçüğümüzden en önemsizimize kadar, hepimiz Avrupa'mızın sonunu hazırlayan, ardı arkası kesilmeyen ve volkana benzeyen sarsıntıları varlığımızın en derinliklerinden kadar yaşadık; onca insan arasında bir Avusturyalı, bir Yahudi, bir Yazar, bir Hümanist ve barış yanlısı olarak benim diğerlerimden farklılığım, bu sarsıntıların en şiddetli olduğu yerde bulunmamdır.(1)

Zweig’in eserle ilgili önceden ortaya koyduğu bu geniş perspektiften, aslında O’un yaşam öyküsünün aynı zamanda Avrupa’nın 19 ve 20.yüzyılların tarihsel bir iz düşümü olduğunu anlamamız bakımından önemlidir. ‘’Zweig’i Zweig yapan’’ tarihsel ve kültürel birikimlerin Avrupa’nın Aydınlanma çağının realitesi olduğunu kitapta bir kez daha O’nun eşsiz fikirlerinden öğreniyoruz.

Reform, Rönesans ve Aydınlanma’nın tarihsel kronolojisi göz önüne alınırsa, yaklaşık bu dört yüzyıllık süreç sonunda çıkan iki savaşın sarstığı Avrupa’yı yeniden ayağa kaldıran en önemli kaynağın savaş öncesindeki yaşlı kıtanın bilimi ve o bilimin gelişmesine neden olan edebiyat ve sanat olduğunu, Zweig Avusturya İmparatorluğu’nun ve özellikle Viyana’nın güvenli olmasına bağlar; İçinde büyüdüğüm Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki dönemi en somut nasıl anlatırım diye düşünsem, sanırım en uygun tanım şu olur. Güven içinde yaşamanın altın çağıydı. Neredeyse bin yıl hüküm süren Avusturya İmparatorluğu sonsuza dek hayata kalacak gibiydi ve devlet bu kalıcılığın en büyük güvencisiydi. Devletin vatandaşlarına sağlığı haklar, halkın özgürce seçtiği temsilerden oluşan parlamentoda onaylanırdı. Her görevin sınırları çok net belirlenmişti. Para birimiz Avusturya kronu altın sikke şeklindeydi, değişmive değerini kaybetmezdi. Herkes neye sahip olduğunu, payına ne düştüğünü, neye izin verildiğini ya da neyin yasak edildiğini bilirdi. Her şeyin bir kuralı, bir ölçüsü, bir dengesi vardı. Parası olan yıllık ne kadar faiz elde edeceğini tam olarak hesaplayabilirdi. Memur ya da subay olan bir kişi ne zaman tevhid edeceğini, ne zaman emekli ayrılacağını bilirdi.(2)

Zweig, Avrupa’nın kültürel zenginliğini demokratik ve özgür olmasıyla özdeş kılar. 19. yüzyıl, liberal idealizmi sayesinde, mevcut dünyaların en iyisi olma yolunda doğru ve hatasız yürüdüğünden çok emindi. İnsanlığın henüz rüştünü ispatlayamadığı ve yeterince aydınlanmadığı savaş, açlık ve isyanlarla dolu geçmiş çağlara tepeden bakılıyordu. Şimdi ise son kötülükleri ve zorbalıkları sonuçlarda ortadan kaldırmak için birkaç on yıla daha ihtiyaç olduğu düşünülüyordu. Bu dönemde kesintisiz dur durak bilmeyen ‘’ilerlemeye’’ duyulan inanç, insanlarda din duygusu kadar güçlüydü. İnsanlar bu ilerlemeye İncil'de yazılanlardan daha fazla inanıyor ve bu inançlarının bilim ve tekniği her gün ortaya koyduğu yeni mücadelerle daha da pekiştiğini görüyorlardı.(3)

Yukarıda da değindiğim gibi Zweig kendisini dünyanın en önemli yazar ve filozofu yapan şehrin Viyana olduğunu uzun uzun anlatır.

Sanat, Viyana’da kötülüğe direnmiştir!

..sanata, özellikle de tiyatro sanatına olan bu düşkünlük, tüm Viyana halkına has bir şeydi. Aslına bakarsanız, Viyana, Yüzyıllık geneliyle çok net sınıflara ayrılmış, her köşesinde sanatı soluyan bir kentti. Sanat, hala imparatorluğun hiyerarşisi altındaydı. İmparatorluk kalesi sadece mekânsal anlamda değil, kültürel anlamda da çok uluslu imparatorluğun merkeziydi.(4)

Savaş öncesi Viyana’daki huzuru bütün faklılıkların bir arada yaşadığı atmosfere sık sık atıfta bulunan Zweig,en çok ta kendisinin de ait olduğu Yahudi düşmanlığının henüz dipten dibe toplumu zehirlemediğinin altını özellikle çizer; ..içinde yaşadıkları ülkenin ve halkının çevresine uyum, Yahudiler için kendilerini sadece dışarıya karşı koruyan bir önlem değil, yüreklerinde hissettikleri bir ihtiyaçtı. Bir yurda huzura dinlenmeye güvene, yakınlığa duydukları özlem, Yahudileri içinde yaşadıkları çevrenin kültürüne tutkulu bir şekilde bağlanmaya götürmüştür. Avusturya’daki gibi böylesi mutlu ve verimli bir bağ neredeyse başka hiçbir yerde yoktu.

Dünün Dünyası’nda aklımda kalan ve ellerimi klavyeden uzaklaştıran son anekdot bu cümleler oldu.

Filmi tekrar başa alıyorum.

Bir toplumu yok etmek isteyen, önce’’evrensel dayanışmanın harcı’’olan sanatı ve edebiyatı bitirir.

Diren Sanat,Diren Edebiyat!!

 

 

(1).Z.Stefan.Dünün Dünyası.S.13

(2). Z.Stefan.Dünün Dünyası.S.19

(3). Z.Stefan.Dünün Dünyası.S.21

(4). Z.Stefan.Dünün Dünyası.S.34