’’doğuda, onun görme biçimi senin kimliğindir’’
Bizim de hala kenarından/sınırından içinde olduğumuz Doğu kültünün temel harcı olan aidiyet, yani kimlikler meselesi uzun süredir üzerinde kafa yorduğum bir kavram. Doğu’nun toplumsal dokusunda kangren olmuş patolojik bir durum.
Bu sorunlu toplumda, birey önce cemaatin kendisine bahşettiği kimliğin kümesindedir ve oradan da ayrılması yine cemaatin takdirine bağlıdır. Bireyler kümesi homojendir, farklılıkların o kümede bulunması cemaatin varlık nedenini ortadan kaldırır. Yukarıda söylediğim,’’doğuda, onun görme biçimi senin kimliğindir’’ sözü bu anlamda meselenin anlaşılması bakımından yerinde bir deyimdir. Aynılaştırma çabası, geleneksel/cemaat toplumlarının karakteristik yapısıdır, ya benim ol, ya da bertaraf ol.
Bir bakış açısı belirlemeden bir kavram ya da bir olgunun anlaşılması elbette zordur. Bu nedenle öncelikle ‘’aidiyet miti’’nin ne anlama geldiğini açıklamamız gerekiyor.
‘’Aidiyet miti’’ni en uygun sözcüklerle tanımlamak gerekirse; toplumları bir arada tutan ve tarihsel süreçte kültürleri besleyen temel parçacıklar olarak adlandırmak mümkün. Din de dâhil geçmişe ait kültürler buradan icat oldu. Burada bir edebiyat eleştirmeni olan Northrop Frye’nin çok değer verdiğim görüşüne başvuracağım;’’Onun(aidiyet miti) nezninde, hakikat ve gerçekliğin muhakeme ve kanıtla doğrudan ilişkisi yoktur; bunlar toplumsal yapılardır. Aidiyet için hakiki olan, toplumun otoriteye bir yanıt olarak ne yaptığı ve nereye inandığıdır ve bir inanç ne denli söze dökülebilirse ancak o kadar aidiyet mitine katılma arzusunun beyan edilmesidir. Bu nedenle aidiyetin dili de, inancın diline dönüşmeye çalışır. Dolayısıyla aidiyet miti, kendi törenlerine sahip belli bir toplumun sürdürdüğü yaşamla ilişkilidir, öte yandan fazlasıyla gelenekseldir. Bu mit evrimde bir yol izler, ilk başta sözdür, daha sonra karmaşıklaşarak kendi içinde kültürel, edebi, politik, hukuki dallarını oluşturur.
Fry’in bu genişlikte çizdiği perspektif üzerinde ‘’aidiyet miti’’nin sahip olduğu angaje kavramlar önemlidir. Öncelikle, post-kavramlar bağlamından ve ulus yapılarının zayıfladığı son yarım asırlık tarihsel süreçten sonra teolojinin yeniden felsefe ile uzlaştırılması, inanç mefhumunun öznesi yapılması açısından çok yerinde bir tanımlamadır.
Fry’ın paradigmasından bakarsak eğer, ‘’aidiyet miti’’ ile felsefenin ilişkisine dair kesin bir ayrım yapması anlaşılır bir gerçekliktir. Zira inanç ile felsefenin uzlaştırma çabaları 19.yüzyıldan sonra evrensel felsefenin çalışma alanında uzaklaşsa da İslam Uygarlığında devamlı bir ilgi olmaya devam etti. Bu ilginin muhatabı olan en büyük inanç grubunun da Aleviler olduğunu belirtelim.
İslam Uygarlığı’nın felsefe kavramıyla tanışması 9.asırda Antik Yunan felsefe metinlerinin ve özellikle, Aristoteles yapıtlarının çevrilmesiyle başlar. İbn Rüşd ve İbn Arabi gibi filozofların çevirileri Doğu Uygarlığı’nda felsefenin altın çağını yaşamasına neden olmuştur. İslam filozofları teoloji ve felsefeyi uzlaştırmaya girişmişlerdir. Ancak İslam Uygarlığı’nda Antik Yunan benzeri sistematik bir felsefeden söz edilemez. İslam Uygarlığı’nda felsefe teolojiyi tartışmaya açamamıştır. Çünkü felsefe kuşku nosyonundan hareketle, akıl yürütür ve kavramlar üretir. Felsefenin akılla olan ilişkisi, onun tebliği esas alan dinden ayrılmasına neden olur. Bilindiği gibi dinlerin yasaları kula tebliğ edilir ve kesinlik içerir. Tebliğ edilen buyruğa başka bir aklın itiraz etmesi dinin realitesine uygun değildir. Tek otorite ilahi güçtür. Felsefe ile inancın ayrıldığı temel faklılık ta aklın kuşku ile yaklaştığına inancın şartsız (iman) kabul etmesidir. Ahmet Arslan’ın İslam Felsefesi adlı eserinde aktardığı şu anekdot ne demek istediğimize ışık tutması bakımından önemlidir:
İbni Haldun tarafından anlatıldığına göre Sa’d bin Ebu Vakkas İran’ı fethettiğinde orada eski İran bilgeliğini içeren bir takım kitaplarla karşılaşmış, halife Ömer’e yazdığı mektupta onları ne yapması gerektiğini sormuş ve ondan şu cevabı almıştır:
Eğer bu kitapların konusu Peygamberimizin bize getirdiği irşadla ilgili ise onlara ihtiyacımız yoktur. Çünkü bu haber tamdır ve onun bir başka bilgiyle tamamlanmaya ihtiyacı yoktur. Eğer onların konusu Peygamberimizin bize ilettiği irşada aykırı ise onları kabul etmemiz söz konusu olamaz. Her iki halde de onları nehre at.(A.Arslan.İslam Felsefesi.Alfa.Yay.S.352)
Felsefe ile inanç arasındaki ilişki bu kadar açık ve net iken,inanç olduğu kabul edilen Aleviliğin felsefe ile özdeşleştirilmesi bugüne kadar yazılı evrensel felsefe ilkelerine aykırıdır.Felsefe olan inanç değildir,bunu tersinden de söylersek;inanç olan felsefe değildir.Sünni İslam inancın felsefeye ile arasına ördüğü duvar diğer İslam mezheplerinde de örülmüştür.Bize göre aralarındaki fark, duvarın kalın ya da ince olmasıyla ilgilidir.
Aleviliğin bir inanç mı, yoksa felsefi bir yaşam biçimi mi olduğu tartışması son yıllarda hep sürüp gitmiştir. Bu tartışmaya spesifik bir alan açmaktan çok, Aleviliğin bir inanç olduğunu kabul ederek, yukarıda genel olarak üzerinde durduğum felsefe-inanç sorunsalını İslam dinindeki tartışmalar ekseninde devam etmek istiyorum. Bunun için de ek argümanlara ihtiyacımız var.
İMAM GAZZALİ ETKİSİ
İslam filozoflarından Gazzali’nin felsefeye yaklaşımı İslam’in tarihsel bir değişimin eşiğine getirmiştir. İslam uygarlığının felsefe ile yol ayrımı Gazzali ile gerçekleşmiştir. Bu ayrım bir bakıma İslam uygarlığının Batı karşısındaki çöküşün de nedenidir. Başka bir deyimle İslam uygarlığında aklın önüne duvar ören İmam Gazzali’dir.
Buradaki tartışmayı çok fazla uzatmadan Gazzali’nin felsefe-din ve akıl-bilim arasındaki düşüncelerini anlamaya çalışalım.
Gazzali'ye göre akıl ya bilimseldir ya da diyalektik-metafizik. Bilimsel akıl kendisini mantık ve matematik gibi esas olarak özdeşlik veya çelişmezlik ilkesine dayanan disiplinlerde gösterir. Böyle bir akla, böyle bir mantığa dayanan bilimlere karşı çıkmak mümkün değildir. Ancak bu aklın, imanın hakkında konuştuğu şeyler üzerine söyleyeceği bir şey yoktur. Çünkü o özdeşlik içerisinden başka bir şeyi tasdik etmemektedir. Felsefenin geri kalan disiplinlerinde, yani fizik, ilahiyat, metafizik, ahlak ve benzeri alanlarda kendini gösteren akla gelince, o diyalektik- metafizik bir akıldır. Bundan dolayı bu alanlarda onun yargılarına güvenmenin gereği yoktur. Oysa dinin ve imanın alanı da esas olarak bu alandır. O halde bu alanda da aklın kullanımının ne imkânı ne de yararı vardır. Sonuç, doğru olduğu zaman felsefenin ve aklın din ilgisi yoktur. Din ilgisi olduğu zaman ise felsefe ve aklın değeri yoktur. O halde ya iman ya akıl.(A.Arslan.İslam Felsefesi Üzerine.Alfa.Yay.S.362)
Buradan çıkarılacak sonuç, Gazzali’nin radikal bir mistisizme yöneldiği gerçeğidir. İslam dünyasının felsefe ve akılla ilişkisi Gazzali ile birlikte tarihsel bir krize girmiştir denilebilir.
Gazzali'nin felsefe ve akıl hakkındaki bu eleştirisi şüphesiz, İslam dünyasında ne felsefeyi, ne aklı ortadan kaldırmıştır. Sadece Gazzali'den hemen sonra İbn-Rüşd'ün varlığı bile bunu göstermek için yeterlidir. Gazzali'nin felsefenin ve aklının girmesini yasak ettiği ilahiyat, metafizik, ahlak, siyaset alanında İslam dünyası Gazzali'den sonra da dikkat edilen şahsiyetler yetiştirmeye devam etmiştir. Nasiruddin, Tusi, Devvani gibi isimler ahlak felsefesi, Fahrettin, Razi, İci, Cürcani gibi isimler kelam, İbni Haldun gibi dev isimler siyaset felsefesi yapmaya devam etmiştir. Ayrıca İslam dünyasında Gazzali'yi takip eden yüzyıllarda felsefi tefekkürde eski canlılığın zamanla kaybolarak yerine donuklaşmaya bırakması şüphesiz başka bir takım faktörlerin de sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ancak Gazzali'nin felsefenin ve aklının dini alanındaki kullanımın meşruiyeti ve yararı konusundaki düşüncelerinin etkisi varlığını sürekli olarak hissettirmiştir. Deyim yerindeyse Gazali'nin eleştirisi felsefenin bu alandaki büyüsünü bozmuştur. .(A.Arslan.İslam Felsefesi Üzerine.Alfa.Yay.S.365)
Yazının başında değindiğim Doğu toplumlarındaki ‘’aidiyet miti’’ kavramının birey üzerindeki etkilerini, Ahmet Arslan’ın İslam Felsefesi Üzerine adlı eserdeki önemli bir tespitiyle ortaya koymaya çalışalım.
Platon gibi felsefenin en önemli özelliğinin insan düşüncesinin gündemine ilk kez ve bir daha ortadan kalkmamak üzere meşruiyet, evrensellik, temellendirme, haklı çıkarma kavramlarını kazandırmasında yattığı düşünüyorum. Felsefenin bu özelliğiyle insan ilişkilerinden şiddeti uzaklaştırmanın, insanlar arasında ortak bir konuşma yapmayı mümkün kılmanın biricik aracı olduğuna inanıyorum. .(A.Arslan.İslam Felsefesi Üzerine.Alfa.Yay.S.364)
Bu alıntıyı almamdaki amacım, bu yazının asıl konusu olan doğu /geleneksel toplumlardaki hâkim ‘’aidiyet miti’’n varlığının felsefe ve eleştirel aklın olmamasının ya da o toplumlar tarafından içselleştirilmemesiyle doğrudan ilişkili olabileceği varsayımını desteklemek içindir. Bu toplumlarda ‘’aidiyet değerleri’’yle kuşatılan bireyin bütün varlığı ve ilişkileri, kendisine bahşedilen ‘’kimlik’’ formasyonlarıyla sağlanır. Daha önce bir yazımda da belirttiğim gibi, doğu toplumunda aidiyet kişilikten önce gelir. Birey önce kutsalın kuludur. Felsefenin bu dogmatizme yanıtı ise, dini, miti, harafeyi ve geleneği eleştiri süzgecinden geçirerek reddedilmesinin önünü açmak olmuştur.
Tartışmamızın bundan sonraki izleği cemaat kavramı üzerine odaklanmak olacaktır.