Erdoğan,Türkiye'de ki liberal ve devletle iş tutan kürt muhafazakârları demokrasi konusunda nasıl ikna ettiyse iktidarının ilk yıllarında AB'yi de öyle ikna etmişti.
Danimarka eski dışişleri bakanı Erkki Tuomioja’nın bugünkü Duvar Gazetesi'nde (28.02.2025) yayınlanan mülakatından bir bölüm;
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ilk kez Avrupa Konseyi toplantısında dinledim. Türkiye’nin neden AB üyesi olmak istediğini ve neden bu hedefi desteklememiz gerektiğini Avrupalı liderlere anlatıyordu. O dönemde, Avrupa değerlerine bağlılığını öyle güçlü bir vurguyla dile getirdi ki onu dinleyen herkes ikna olmuştu.Hatta 2011 yılında Kahire’de yaptığı konuşmada laik toplum yapısını savunmuş ve bu söylemi Müslüman Kardeşler’in tepkisini çekmişti. Ancak bu duruş, AB ülkeleri tarafından oldukça olumlu karşılanmıştı. Fakat Erdoğan ile sonraki karşılaşmalarımda bambaşka bir izlenim edindim. Kendinden fazlasıyla emin, otoriter bir lider…

DEMOKRASİ TEMENNİLER REJİMİ DEĞİLDİR

Yukarıda yaptığım giriş ve alıntı üzerinden biraz tarihsel hafızamızı yoklayalım.

Demokrasi kavramının kökeni ve tarihsel pratik alanı bilindiği gibi Antik Yunan’dadır. Batı’nın dinlere teslim olmasından sonra yaşanan o uzun Ortaçağ karanlığından sonra 16.yüzyıldan sonraki Reform, Rönesans ve Aydınlanma ile gelen tarihsel değişim aslından bir anlamda Yeni Plâtonculuğun yani Antik Yunan sistematik düşünselin yeniden okunmasıdır. Demokrasi ise, özellikle bu yeni Aydınlanma kıvılcımının harladığı Fransız Devrimi’nin rüzgârıyla dünyaya yayıldı.

Bu yayılmayı ‘’fırtına’’ analojisiyle söylersek, hemen ve kısa sürede olmamıştır. Tarım üretiminin yayılması ve ticaretin yerel ve uluslararası ölçekte yeni toplumsal dayanışmaya ihtiyaç duyması ve her şeyden önce burjuva sınıfının ortaya çıkması ile modern devleti gerekli kılması, bütünsel olarak demokrasinin gelişmesinin önünü açmıştır. Halkın yönetimde söz sahibi olması bu perspektifi çizilen tarihsel ilerlemenin bir sonucudur. Devlet mefhumuna, bireyin özgürlüğünü ve güvenliğini teminat altına alan evrensel hukukun eklemlenmesi yine bu gelişmelerin neticesiyle meydana gelmiştir.

Bütün bu ortaya koyduğumuz ilerleme ve de factonun muhatabı/merkezi Batı Avrupa’dır. Şunu söylemeye çalışıyorum; demokrasinin evrensel yönetim koşulları Batı’da gelişmiştir. Batının bireyi, demokrasinin ikliminde özgürlüğü ve yurttaş bilincine varmıştır. Aydınlanan bireyin temsilliyet eşiği demokratik toplumu icat etmiştir

Bendeniz gazete yazılarımı uzatmayı doğru görmediğimden, burada kısa bir karşılaştırma yapmakla yetineceğim.

Bati için ortaya koyduğum bu tarihsel paradigmanın tersi Doğu uygarlıkları için geçerlidir. Doğunun demokratik geleneği tarihsel olarak oluşmamıştır ve bireyi ise yurttaş olamamıştır. Doğu bireyi temsil etme hakkını bir otoriteye/kutsala verir.

Türkiye, Doğu’un eşiğinde modern ulus devleti sürecinde doğu kümesinin dışında yer almayı tercih etse de başarılı olduğu söylenemez. Demokrasi skalasını salt Kemalizmin homojen ulus retoriği üzerinde kurgulayan Yeni Cumhuriyet, çoklu etnik ve dini yapıda olan Anadolu-Mezopotamya interlandında geldiğimiz noktada hala otoriter bir rejimin izlerini taşımaktadır.

Sonuç olarak, yazımın girişindeki konuya gelirsek;’’Yanlış ile doğru hayat yaşanmaz’’ sözünü referans alarak belirtmek isterim ki, uluslararası boyuta evrilen ve bizim devletle yaşıt olan kürt meselesini çözmek demokrat bir kültüre ve hafızaya sahip olmakla mümkündür.

Bu meselenin altında kalkmak için en yalın haliyle söylemek gerekirse Bahçeli ve Erdoğan gibi olmamak birinci koşuldur. Türkiye’yi demokratik bir seçim ortamından uzaklaştırmayı bile göze alabilen bu iki figürden demokrasi beklemek saflıktır, hayaldir.