"..Aydınlanma çağı bu etkiyi zayıflatsa da, insanın Kutsal’a dayanıp varlığını anlamlandırma gerçeği hala biz insanın başat uğraş alanı ve aynı zamanda krizidir..."
Kutsal kavramı 20.yüzyılda genel olarak teolojik (dinsel) merkezli bir kavram olarak kabul edilmiştir.
20. yüzyılın sonlarına doğru modern pozitivist paradigmanın etkisini kaybederek yorumsamacı (hermenotik) paradigmanın ön planağa çıkmasıyla birlikte modernizmin yapı taşlarından birisi olan sekürleşme tezi kapsamında dini ve kutsalın toplumsal hayat içindeki konumu yeniden sorgulanmaya başlanmıştır. Bu sorgulamaların odak noktası, modern dönemde dinin kamusal alandaki işlevinin nasıl değiştiği ve seküllerleşme tezinin nasıl işlevsel hale geldiği olmuştur. Ancak, 20. yüzyılda yorumsamacı paradigmanın ortaya çıkarttığı postmodern eleştiriler, sekülleşme tezinin temel argümanı olan dinin ve kutsalın modern toplum içinde ortadan kaybolacağı hipotezini tam tersine çevirmiştir. Modernizm düşüncesi, yaşamı kutsal alan ile seküler alan olarak birbirinden ayıran, kutsalı ahlaki değerlerin ve ibadet şekillerinin biçimlendirdiği bir alan, seküleri ise siyaset, ekonomi, bilim, eğitim ve bu yapıları içine alan kamusal bir alan olarak nitelendirilmiştir.(1)
Bu makalenin amacı,Türkiye’de tarihsel olarak sürekliik arzeden ‘’dinsel krizin’’ sonuçları bağlamında yeniden alevlenen felsefe-din ilişkisi üzerinden ‘’kutsallık’’ problematiğini tartışmak olacaktır.
Adı ne olursa olsun, bir tanrı ya da tanrının elçisi veya bir krala, kavram genişletilebilir, dar anlamda bir inanç önderi (tarikat lideri, şeyh, papaz ya da Alevi dedesi v.s) kısaca,kendisine kutsallık atfedilen bir imgeye/sembole olan mutlak bağlılık meselesi, insanlık tarihinin ve felsefenin en önemli derdi olmuştur ve olmaya da devam ediyor. Aydınlanma çağı bu etkiyi zayıflatsa da, insanın Kutsal’a dayanıp
varlığını anlamlandırma gerçeği hala biz insanın başat uğraş alanı ve aynı zamanda krizidir.
Zor, çetrefilli ve bir o kadar da mayınlı bir alandan söz ediyorum.
Sorun gerçekten bir kriz ise, şöyle bir soru sorma hakkımız da var.
İnsan bu krizden neden çıkamıyor?
Bu sorunun yanıtını aramadan önce, bir parantez açmakta yarar var; bazı bilimciler kutsal kavramın dini araştırmalar alanında raf ömrünü tamamladığını söyleseler de, Doğu dünyasının hala bu kavramları tartıştığını güncel praxsizden biliyoruz. Türkiye’de son yıllarda, Felsefeci Ahmet Aslan hocanın da dediği gibi, siyasal İslam her ne kadar din temelli bir kuşak yetiştirme çabası içinde olsa da, felsefenin tekrar önem kazanmasının nedeni, teolojik sorunsalın yine felsefe aracılığıyla çözüleceğe olan inançtandır.
Bunun nedeni dünyevi bilgi iletiminin dinsel buyruklardan daha fazla olması olabilir mi acaba?
Önemli bir soru..
İçinde bulunduğumuz çağda bilgi,kapıdan kovsanız bacadan (uydu anteni buna iyi bir örnek olabilir),camdan ya da avucunuzun içindeki küçük bir aparattan sızabiliyor. Demek ki yeni dijital çağda bunu engellemek beyhude bir çaba.
Şimdilik bu parantezi kapatalım ve yukarıda sorduğumuz modernite çağında ‘’dinin krizi’’ nden bireyin kutsallık patolojisine geri dönelim. Patoloji sözcüğünü bilerek kullanıyorum, çünkü bu ülkede kutsallık çeşitliliği o kadar arttı ki durum gerçekten de patolojik bir vaka halini aldı. İslam coğrafyasında Tanrı’nın yetkileri önce sayısı bilinmeyen peygamberlere, sonrada yine sayısını bilmediğimiz mezheplere ve
tarikatlara verilmiş durumda. Tanrısal yetkinin insana ulaşmadaki kaotik durum sadece İslam’da değil, Yahudilik’te de vardı.
Konu madem felsefenin derdi, bizde bugün tartıştığımız konuyu 16.yüzyılda bedel ödeyerek ortaya koyan Spinoza’ya başvuracağız.
Spinoza’nın üç yüz yıldan fazla bir süre önce yazdığı Teolojik-Politik İnceleme, ‘’dinini inkâr eden Yahudi’nin cehennemde şeytanla birlikte yazdığı kitap’’ diye adlandırılmıştı Bize de bu yazıda ‘’şeytanın avukatlığı’’nı yapmak kalacaktır.
Spinoza bu eseri yazmadaki amacını üç nedene dayandırır.
1- Teologların önyargıları. Şunu biliyorum ki, insanların kendilerini gerçekten felsefeye adamalarına en çok engel olanlar bu önyargılardır. Bu nedenle bunları açığa çıkarmak ve onları aklı başında insanların zihinlerinden kazımak için çabalıyorum.
2- Sıradan halkın benim hakkımdaki düşünceleri. Beni tanrııtanımazlıkla suçlamaktan vazgeçmedikleri için,kendimi bu suçlamayı elimden gelince reddetmek durumunda hissediyorum.
3- Felsefe yapma ve düşündüğünü ifade etme özgürlüğü. Onu tüm araçları kullanarak savunmak istiyorum. Çünkü burada bu özgürlük aşırı otorite ve vaizlerin küstahlığı nedeniyle bütünü de ortadan kaldırılıyor.(2)
Spinoza’nın bu eseri yazmadaki amaçlarının bizim 21.yüzyılda cevabını hala bulamadığımız sorulara yanıt niteliğinde olması Spinoza’nın ne kadar büyük bir filozof olduğunu gösterir. Teolojik-Politik İnceleme(TPİ) eserinin genel bir eleştirisi elbette bizim burada altında kalkacağımız bir konu değil. Burada, insan-kutsallık sorununu anlamak için ‘’Spinoza’nın dehasına başvurmaktan da başka çaremizde yok.
Spinoza TPİ’de insan-kutsallık/tanrı meselesini,teolojiyi felsefeden,inancı akıldan ve hayalgücünü anlama yeteneğinden ayırarak çözmeye çalışır.Zira TPİ’nin çağının en büyük eseri yapan da bu analitik ayrımlar gelir.
Spinoza;’’teoloji ve felsefeyi tamamen farklı amaçlara yönelmiştir ve her biri kendi alanında hüküm sürmelidir’’ demekle aydınlanmanın en önemli tuğlasını yerine koymuştur. Aklın teolojinin hâkimiyeti altına sokulması ne kadar yanlış ise, teolojinin aklın hakimiyetine sokulması da o kadar yanlıştır.
Aydınlanmamış toplumların problematiği, teolojinin hakimiyetine sokulan aklın krizidir. Bu tür geleneksel toplumlarda Spinoza’nın ortaya koyduğu gibi din felsefenin yerini almıştır.
Felsefenin olmadığı toplumlarda dogmatizm yeni kutsallıklar üretecektir. Tanrı’nın görevleri gücü eline geçirenler tarafından paylaşılacaktır. Tam da burada Spinoza’nın insanın kutsallaştırdığı ‘’üstün güce’’ yönelik tespiti bizi laf kalabalığından kurtaracak nitelikte; Siyasi bütünü zorbalıkla ele geçirmiş olan krallar, güvenliklerini sağlamak için insanları ölümsüz tanrılardan geldiklerine inandırmaya uğraşmışlardı. Çünkü uyruklarının ve tüm diğer insanların onları benzerleri olarak görmez de birer Tanrı sanırlarsa, yönetimlerine daha gönülden katlanacaklarını ve onlara kolayca boyun eğeceklerini düşünüyorlardı. Nitekim Agustus, Romalılar’ı Venus'un oğlu sanılan ve tanrı katına yerleştirilen Eneus’tan geldiğine ikna etmişti. Tapınaklar, kutsal resimler, inanç yayacak ve aynı yönetecek rahiplerle onurlandırılmak istendi. İskender de Jupiter'in oğlu olarak saygı görmek istemişti.(3)
Bitirirken, Spinoza’nın bu tespitiyle ‘’bizi’’ anlamaya çalışalım.
Doğu toplumlarının (biz dâhil) Tanrı’nın yerine ürettiği ‘’yeryüzü kutsallıkları’’ zaten mevcut olan dini krizini daha da çıkmaz hale
getirmektedir. Türkiye’nin bir çok bölgesinde tarikat merkezleri,gerek Sünni kesime ait, gerekse Alevi inancına bağlı şeyh,dede ve farklı isimler altında ‘’ziyaret’’ adı verilen kutsal mabetler hızla çoğaldı.Ben bu mabetleri ‘’yeryüzü kutsallıkları’’ olarak adlandırıyorum.
Bundan sonraki yazıda,din-felsefe ilişkisi ile birlikte son yıllarda sık sık gündeme gelen Aleviliğin bir felsefe olduğu iddiasının doğru olup olmadığı tartışmasını irdeleyeceğim.
Türkiye,hala 21.yüzyılda insanlığın Ortaçağ’da girdiği dinsel problemi konuşuyor.
Bu önemli sorunu anlamak için Spinoza’yı okumaya, anlamaya ve yazmaya devam edeceğiz.
(1) Melek Akgün.2023
(2) Spinpza,Teolojik-Politik İnceleme.S.246
(3)Spinpza,Teolojik-Politik İnceleme.S.12